Mevlana diyor ki,
“Adâlet nedir? Ağaçları sulamak. Zulüm nedir? Dikene su vermek. Adâlet, bir nimeti yerine koymaktır; su emen her kökü sulamak değil. Zulüm nedir? Bir şeyi konmaması gereken yere koymak; buysa, belâya kaynak olur ancak.”
Yani bir ağaca bir bitkiye su vermek; onu yaşatmak, ömrünü var etmek için yapılması gereken en doğal şeydir, o halde Adalet bütün kainat için yapılması gereken en doğal harekettir, olması gerekendir. Adaleti mümkün kılmak için o kadar çok ayrıntılı yasalar falan yapmana gerek yok, yaratılışın gereğini yerine getirmek yeterlidir. Gelelim zulüm meselesine dikenli bitkiler ya da dikensi bitkiler kuraklığa dayanıklı olan bitkilerdir ve bünyelerinde taşıdıkları succulentler yani depoları sayesinde uzun süre yaşayabilirler, onların kurumasına yol açabilecek en önemli faktör fazla sudur. Yani normalde canlılığın en önemli faktörlerinden biri olan su, dikende zulüm aracı olabiliyor.
Allah bizler için eşitliği murad etmiş ve bu eşitliğe varabilmek için adaleti emretmiştir. İşte bu adalet Mevlana’nın sözündeki adalettir. Hukuk kitaplarına hapsolmuş adalet değildir. Çünkü hukuk kitaplarındaki adalet muktedirin takdiri ile yazılmış bir adalettir. İlahi bir adalet değildir. İktidar yahut muktedir, zaman, zemin, sosyolojiye göre değişebilen hukuk yaratırlar. Fakat ilahi adalet her zaman ve zemin için geçerli olan adalettir. Onun zamanı, zemini, tarihi ve sosyolojisi olmaz. Örneğin haksız yere öldürmek, başkasının malına, ırzına, namusuna el uzatmak, fikrini çalmak, dilini, dinini, mezhebini yasaklamak, haksız yere başkasını itham etmek vb. bütün bunlar hiç birbirinden ayrılmayacak kurallardır. Küçük bir çocuğun, ya da bir kadının ırzına geçmek veya şiddet uygulamak her yerde insanlık suçudur ve bunun karşısında insanım diyen herkesin yer alması gerekir.
Hiç tanımadığı insanların canını, malını, ırzını, namusunu ve onurunu savunan insanlar kahramanlardır. Hiç tanımadığı insanları, sebebi ne olursa olsun, karşılıklı bir savaş olmadığı sürece ve karşısındaki insanın kendini savunacak herhangi bir silahı, aracı gereci olmadan öldüren insan ise, insanlık düşmanıdır. Sebebi her ne olursa olsun, bana göre böyle bir ölüme yol açan insan bütün insanlığı öldürmüş gibidir.
Örneğin, bir insan Kerkük’te yaşayan ve zulme uğrayan bir Türk’ü savunurken, kendi ülkesindeki zulme uğrayan Kürt’ü görmüyorsa bu adalet değil, sadece feodal hislerle kurulan bir asabiye bağıdır. Yani bizler Zapatistaların bir dönem sözcüsü olan Marcos’un söylediği üzere bir yerde durmak zorundayız. Ne diyordu?
“Marcos San Fransisco’da bir gaydir, Güney Afrika’da bir zenci, San Ysidro’da bir Chicano, İspanya’da bir anarşist, İsrail’de bir Filistinli, San Cristobal sokaklarında bir Maya yerlisi, Mexico City’nin teneke mahallesi Neza’da bir çete mensubu, folk müziğinin kalesi Ulusal Üniversite’de bir rocker, Almanya’da bir Yahudi, Savunma Bakanlığı’nda bir uzlaştırıcı, soğuk savaş sonrası çağda bir komünist, ne galerisi, ne müşterisi olan bir sanatçıdır. Bosna’da bir barış yanlısı, Meksika’nın herhangi bir kentinde bir ev kadını, grev yapmaya asla yeltenmeyen sendika CTM’de grevci, başkaları için kitap yazan bir gazeteci, gece saat 10’da metroda yalnız başına bir kadın, topraksız bir köylü, işsiz bir işçi, mutsuz bir öğrenci, serbest piyasacılar arasında bir muhalif, ne kitabı, ne okuyucusu olan bir yazar ve tabii Güneydoğu Meksika dağlarında bir Zapatista gerillası”
Aması, fakatı olmadan insanı insan olduğu için sevmemiz ve emr bil maruf, nehy anil münker için sonuna kadar mücadele etmemiz gerekir. İyiliği emretmeli ve kötülükten men etmeliyiz. İnsan hata yapmaz mı elbette yapar, insan günah işlemez mi, elbette işler. Buradaki ayrım noktası şu, birincisi bu günahı veya hatayı bile isteye yani teammüden yapmaz, ikincisi de hatasını günahını görür, pişman olur, Allah’tan ve kuldan af diler ve bir daha tekerrür etmemesi için azami gayreti sarf eder. Buna rağmen tekerrür etmez mi? Elbette ki yapabilir, sonuçta etten kandan canlılarız biz ve hata, günah, sevap gibi şeyler bizler içindir, elbette ki niyetler bizim ayırt edici unsurlarımızdır.
Bütün bu hataların, günahların, suçların bu dünyayla ilgili de, ahretle ilgili de sonuçta yaptırımları vardır. Ahiret için ne olduğu kutsal kitaplarda yazar ve o dinin mensupları ona inanırlar, iman ederler. İslam’da bize ne olup, olmadığını Kuran vasıtasıyla net bir şekilde anlatıyor. Bizde ona inanıyor mutlaka ve mutlaka gerçekleşeceğine iman ediyoruz. Birde işin bu dünyaya ait kısmı vardır. İşte tam da problem orada başlıyor. İlahi adalet gereğini yapacak, amenna ve sadakna, hiç şüphemiz yok, ya peki dünyadaki adalet ne olacak, işte orada görev bize düşüyor. Bu dünyadaki adaleti gerçekleştirmek biz kulların yani insanların işi, bunu bizim Yaradan’a havale etmemiz ayıptır ve dahi günahtır. Her birimiz bu adaletin gerçekleşmesi için mücadele etmeliyiz. Oturup konuşmalıyız, tartışmalıyız, adaletin tecelli edeceği, suçun azalacağı topraklar, yapılar, ülkeler oluşturmalıyız. Bizim üstümüze düşen görev budur!
Peki ama nasıl? Kritik olan soru budur.
Son zamanlarda İslam içinden ittifak konuları konuşulurken ortaya atılan bir kavram var, hattizatında bizim düşünce dünyamıza 1990’ların ortasından itibaren Ali Bulaç, Abdurrahim Dilipak gibi yazarlar tarafından sokulan Medine sözleşmesi referans olarak gösteriliyor. Özellikle Kürt meselesi gibi konularda uzlaşmayı sağlamak adına bu mesele gündeme taşındı.
Medine Sözleşmesi veya Medine İmtiyazı, Hicret’in ardından Hz. Muhammed tarafından 622’de düzenlenmiştir. Sözleşme Hz. Muhammed ve Müslümanları, Yahudileri ve Paganları da içine alacak şekilde Medine şehrinin önde gelen aşiret ve aileleri arasında resmi bir antlaşma oluşturmuştur. Sözleşme Medine’deki Evs Kabilesi ve Hazrec Kabilesi arasındaki şiddetli iç çatışmalara bir son vermek amacıyla hazırlanmıştır.
Bu amaç doğrultusunda Medine’deki Müslüman, Yahudi ve Pagan toplulukları, Ümmet adı altında tek bir topluluk olarak toplamak için hepsinin payına düşen haklar ve sorumluluklar oluşturuldu.
Özellikle günümüzün bu üniter ulus devletlerinin tek tipçi anlayışları sonu gelmeyen problemler üretmeye başlayınca her topluluğun devlet içinde kendini temsil edebileceği şekilde bir sözleşme olan Medine vesikası çerçevesinde bir çalışma, anlaşma yapılabilir diye bu tez ortaya atılmaya devam ediliyor. Bu bana göre günümüz dünyası için mümkün olmayan bir şey, nedeni ise son derece basit, bu anlaşma ancak yeni bir devlet kuruluşu esnasında ortaya atılabilecek bir konu, fakat bugün bütün devletlerin aşağı yukarı ortak kararlar aldığı, Kapitalizm denen olgunun bütün her şeyi kontrol altına almaya çalıştığı ve en büyük işbirlikçilerinin de bu ulus devletler olduğu çok açık bir şekilde görülmekte, yani bizlerin bu sistemin içinde yaşamamız mümkün değil, diyelim ki yerel bazda iktidara geldik ve yeni bir dünya kurmak istiyoruz. Bu bana göre mümkün değil, çünkü sistem o kadar ince bir ayarla kurulmuş ki, seni de sistemin içine alır ve öğütür, kendine dönüştürür ya da bir şekilde iktidarı elinden alır.
Tamda o yüzden bizlerin talebi iktidarı ele geçirmek değil, mevcut sistemlerin dışında bir dünya kurulması için mücadele etmektir. Bu da sadece kendi yaşdığımız ülkeler çapında bir çalışmayla mümkün değildir. Çünkü ulus devletler hem yerel bazda, hem de küresel bazda çok güçlü örgütler haline gelmişlerdir. 11 Eyül 2001 ABD’deki saldırılar bahane edilerek oluşturulan yeni güvenlik konsepti bunun yolunu tıkamak için oluşturulmuştur. Şu anda Meclis gündeminde olan yeni güvenlik paketi de işte bu nedenle çıkarılmaya çalışılıyor. Özellikle kentlerde meydana gelecek halk hareketlerinin ve yapılacak muhalefetin önünü kesmek amaçlıdır. Ben asıl şimdi George Orwell’a selam söylüyorum, bu günleri çok önceden görüp bize 1984 gibi bir Roman yazdığı için, ülkelerimizin nasıl bir açık hava zindanına döndüğünü bize çok önceden gösterdiği için. Bizim kurtuluşumuz, ancak ve ancak küresel çapta bir direnişle oluşabilir. Peki nasıl olacak?
Bugünkü sistem yüz yılların birikimi bir sömürü sistemidir, bugünden yarına yıkılacağını farz etmek safdillik olacaktır. Çok uzun sürecek bir mücadeleyi her toplum kendi yerelinde başlatmalı ve bu direnişler küresel ölçeğe yayılmalıdır. Yani direnişin hattı merkezden çevreye olmak zorundadır.
Bu sistemin şiddet yoluyla yıkılacağını farz etmek bugün için tam bir saflıktır. Çünkü biraz evvel yukarıda bahsettiğimiz gibi küresel güçler bütün ülkelerde güvenlik konsepti diye bir şeyi ortaklaşa oluşturuyorlar. Çok güçlü silahlarla ve medya gücüyle gerek maddi olarak, gerekse medya yoluyla halkın üstünde bir güç oluşturuyorlar. Herhangi bir direniş hareketini hem çok şiddetli bastırma yoluna gidiyorlar, hem de şeytanlaştırıyorlar. O yüzden daha sen kendi haklılığını anlatamadan birde bakmışsın ki, marjinalleşmişsin. Ondan sonra anlatabiliyorsan derdini anlat. Halk artık seni dinlemez, anlamaya çalışmaz olur.
Şu andaki ana büyük dert değişik halkların yan yana yaşaması değildir, esas dert bütün bu halkların hep aynı zulümden nasiplerini almalarıdır. O yüzden bütün mesele bu küresel fitne düzeninin yıkılmasıdır. Çünkü bu günkü sistem her yerdeki direniş hareketlerini ya sistemin dışına atarak “gayrımeşru” ilan ediyor, ya yok ediyor, ya da kendi sisteminin devamı için kriminalize ediyor.
O halde bir kere kesinlikle şiddet kullanmayacaksın, Gandi’nin siyaset dünyasına kazandırdığı yöntem olan pasif direnişe geçeceksin, en azından yiyecek, giyecek ve kısmi olarak barınak konularında kendi ağlarını oluşturacaksın. Bu sana sistemin karşısında bir güç kazandırır ve sistemi dikkate almadan yaşamanın yollarını açar. Yoksa öbür türlü bütün muhalif hareketler, karşı çıktığı argümanlara iktidara geldikten sonra, daha fazla sarılıyorlar. Yani sistem karşıtını kendisine benzetiyor ve üstelik daha da başarılı bir şekilde dizayn ediyor. Yani sistem karşıtı değil, sistem dışı bir dünya kurmaya çalışacaksın.
Peki bunun formülü nedir, benim gibi kendisini Müslüman addeden ve olan bitenden midesi bulanan, tiksinen ve çıkış noktası bulamayanlar için referans noktamız ne olacak. Bütün dünyada resmi görüşün dışına çıkmaya çalışan, sistemle çatışanlar var. Bunlar bazı yerlerde Sosyalistler, bazı yerlerde Anarşistler, feministler, inanç grupları, çevreciler, ekolojistler, topraksız köylüler, Via Campesina, Fabrikaları işgal edenler gibi onlarca bildiğimiz siyasi literatürün dışına çıkan muhalifler var. Ayrıca bir ulusal kurtuluş mücadelesi veren etnik topluluklar, muhalif inanç grupları var. Bütün bu gruplar arasında küresel bazda bir ittifak kurulmalı ve mücadele ortaklaştırılmalıdır. Yani bir “Erdemliler ittifakı” kurulmalıdır. Diğer adı ile “Hılful Fudul” kurulmaldır. Peki nedir Hılful Fudul?
Cengiz Kallek Hılful Fudul’u daha çok iktisadi olarak değerlendiriyor ve aşağıdaki şekilde anlatıyor.
“Kureyş hem Mekke ve Kabe’ye olan inancı sarsmamak ve prestiji muhafaza etmek, hem de “İlaf”ı tehlikeye atmamak amaçlı olarak, bir iç güvenlik mekanizmasına ihtiyaç duymuştur. Bunun da adı Hılfu’l-Fudul’dur.
Benu Zübeyd’den bir adam, As bin Vail es-Sehmi’ye mal satıyor ve haksızlığa uğruyor.
Bu tür olayların yani güçsüzlerin haklarına tecavüzün artması, diğer Bedevilerin Mekke pazarlarına itimadını sarsıyor. Bunun üzerine Benu Haşim, Benu Zühre ve Benu Esed, Abdullah bin Cudan’ın evinde toplanıyor ve ister yerli ister yabancı olsun, haksız bir şekilde zarar gören tüccarın hakkı iade edilinceye kadar mazlumla birlikte olup zalime karşı çıkmaya and içiyorlar.”
Wikipedia ise Hılful Fudul’u aşağıdaki şekilde anlatıyor.
“Hılful Fudul veya Hilful fudul, (Erdemliler ittifakı ), 580’li yıllarda Arap kabileleri arasında süregelen savaşlar sonucunda ortaya çıkan anarşi ortamında, can ve mal güvenliğinin sağlanması, zayıf ve güçsüzlerin korunması, zulmün önlenmesi gibi amaçlarla, toplumda sözü geçen, saygın ve iyi niyetli kişilerin önderliğinde kurulan ve Hz. Muhammed’in de bir ara toplantılarına katıldığı barış cemiyeti.
Erdemliler ittifakı sadece tarihsel bir kurum değil, aynı zamanda, farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da, temel ahlâkî ilkelerde anlaşan insanların zulmü engellemek için uzlaşmalarının bir toplumsal zorunluluk olduğunun ifadesi olarak değerlendirilmektedir.
Antlaşma yemini şöyledir.
Mekke’de, ister oranın halkından olsun isterse dışarıdan gelen insanlardan olsun, bir kişinin zulme uğradığını gördükleri zaman onunla birlikte olacaklardı.
Mazlumun hakkı zalimden alınıncaya kadar zalimin karşısında olacaklardı. Başka bir ifadeyle mazluma hakkı iade edilinceye kadar mazlumla bir tek el gibi –yekvücut- olacaklardı.
Deniz, bir tek tüyü ıslatıncaya kadar, Sebir ve Hıra dağları yerlerinde kaldığı müddetçe ve maişette(mali durumda) tam bir eşitlik sağlanana dek bu maddeler geçerli olacaktı.”1
Şimdi antlaşma metnine bakalım, Birinci madde hem yerelde, hem küresel bazda yapılması gereken bir iş, bir çabadır. Yani yukarıda saymaya çalıştığım güçlerle birlikte bu zulümlere karşı olan herkes kayıtsız şartsız yapılanlara sessiz kalmamalılar, karşı çıkmalılar. İkinci madde ne diyor, Mazlumun hakkı zalimden alınıncaya kadar, mazlumla yek vücut olabilmek, hemhal olabilmeyi önümüze koyuyor. Son madde ise tam eşitlik sağlanana kadar bu maddeler geçerli olacaktır diyor. Yani dünyayı daha yaşanılır bir yer kılmaya çalışanlar, bunu gerçekleştirmek için bir güncelleştirilmiş bir Hılful Fudul ya da Erdemliler ittifakını kurmak zorundayız. Bu ittifak bugünün dünyasında, daha özgür, daha adil ve daha eşit bir dünyada yaşayabilmek için yapmamız gereken ilk ve en önemli adımdır. Hz. Peygamber yapılan bu anlaşma ile ilgili olarak daha sonraları şöyle söylüyor.
“Abdullah b. Cüd’a’nın evinde yapılan yeminleşmede ben de bulundum. Bence o yemin, kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha sevimlidir! Ben, ona İslamiyet devrinde bile çağrılsam icabet ederim.” Peygamberimizin bu sözünde dikkat çekici iki yön var, birincisi o devirin çok önemli bir ekonomik göstergesi olan ve değer biçilemeyen Kırmızı tüylü deveyle eş tutması, ikincisi ise bu anlaşma bugün dahi olsa dahil olurum demesidir.
Bugünde adalet, eşitlik ve özgürlük derdi olan Müslümanların hem kendi topraklarında, hem de küresel olarak böyle bir ittifak arayışı ve organizasyonu içinde olması kendi Müslümanlıkları gereğidir. Bizim bugün ihtiyacımız olan şey var olan toplumu bu zehir sistemine uydurmak değil, öncelikle bu sistemin tekerine çomak sokacak bir ortak kavilleşmeyi gerçekleştirmektir.
Yani bizler Meksika’da Zapatista, Hidistan’da Tamil, İran’da Sünni, Suudi Arabistan’da Şii, Mısır’da İhvan, Latin Amerika’da topraksız köylü, İşgal altındaki Afganistan’da Taliban, Çin’de Doğu Türkistan’lı, Gazze’de Filistin’li, Myanmar’da Müslüman, Gezi’de Berkin, Diyarbakır’da Ceylan, Cizre’de Nihat olmalıyız. Ülkede ölen bütün çocukların bizim olduğunu hissetmeliyiz, hakları için mücadele eden herkesin derdi olmalıyız. Marketlere karşı, bir bakkal, bir manav, uluslar arası büyük şirketlere karşı bir terzi, Soma’da bir madenci, kendi tohumunu yetiştirmeye çalışan bir çiftçi, kendi sendikasına karşı harekete geçen bir işçi olmalıyız.
Yani Erdemli olmalı, erdemli yaşamalı, dünyanın ötekileriyle beraber direnmeliyiz. Başarabilirmiyiz bilmiyorum, ancak Allah bilir ama biz hiç değilse direnmenin onuruyla yaşamaya başlarız.
1 Ibrahim, Mahmood (Aug., 1982). “Social and Economic Conditions in Pre-Islamic Mecca.” International Journal of Middle East Studies, 14(3): 355. Cambridge University Press




Yorum bırakın