ESMER GÜNLER
Ya birlikte kardeş gibi yaşamayı öğreneceğiz; ya da aptallar gibi hep beraber yok olacağız.
Martin Luther King
Annem anlatır dururdu, kendisi de nenesinden dinlemiş, Ermeni teşciri sırasında Fırat’ın yanında mola veren bir Ermeni anne, kıza; köydeki kadının biri yardım ediyor. Onlara ekmek, yağ, evde ne varsa, herkesten gizli her gün götürmeye çalışıyormuş. Böyle bir hafta filan devam ediyor, sonra bir gün eltisi onu takip ediyor ve gelip manzarayı görüyor. Kadınla kızını görünce koşarak yanlarına geliyor ve kadının kulağındaki küpeyi kulağından kopararak alıyor. Daha ne yaptın demeye kalmadan da bir yandan küfür ederken bir yandan da yanlarından çekip gidiyor. Kadıncağız, o ana kızı, kulakları paramparça, çaresiz olarak gözyaşları içinde bırakıp evine dönüyor. Ertesi gün yine elinde ekmeği oraya gittiğinde ikisinin de olmadığını görüyor. Sonraları yıllarca bunu anlatıp eltisine belalar savururmuş, onların intihar ettiklerini ya da öldürüldüklerini düşünüp durmuş, ama kendi başına bir şey gelmesinden de korktuğundan kadına da bir şey söyleyemezmiş.
Ben bu hikayeyi her dinlediğimde yüreğim burkulurdu. Hep düşünürdüm nasıl olur diye işte oluyor ve maalesef hep iyi insanlar az oluyorlar galiba. Tin Suresi’nde söylenildiği gibi
4) Gerçek şu ki biz insanı en güzel şekilde yaratırız,
5) ve sonra onu aşağıların en aşağısına indiririz.
Evet, iki insan ikisi de kadın ve ikisi de aynı ortamda yetişmişler ve büyümüşler bir tanesi Rabbi’nin yarattığı gibi en güzel şekilde hareket ediyor. Öteki aşağıların en aşağısına iniyor.
Dünyada böyle değil mi, bir yanda iyiler var ve bunlar giderek azalıyor, bir yandan kötüler. Savaş çığlıkları her yandan artıyor. İnsanlar birbirlerini boğazlamaktan keyif alıyorlar. Bütün coğrafyamızı ateş sardı. Irak, Suriye yanmaya devam ediyor. 2 ila 3 milyon arasında Suriye’li sadece bizim topraklarımıza sığındı. Buralardan daha rahat yaşayabileceklerini bildikleri Avrupa ülkelerine ölümü göze alarak gitmeye çalışıyorlar. Ege ve Akdeniz’de her gün can pazarları oluşuyor. Dünya her gün çocukların denizde boğulmalarına şahit oluyor. Birileri de o çocukların cesetleri üzerinden zenginleşiyorlar.
Jean Paul Roux Türklerin tarihi kitabında ilkçağda yaşayan Türklerin dinlerini anlattığı pasajda şöyle der.
“ Bir tabuya karşı gelmek ya da ayinlerin muhafaza etmeye çalıştığı düzeni bozabilecek bir şey yapmak yasaktı. Suya, ateşe saygılı davranmak, onları kirletmemek, doğaya verebileceğinden çok istememek, çevreyi yok etmemek, türleri tüketmemek, kazara bile olsa sahip-efendilerine karşı saygısız davranmamak gerekliydi”1 Öyle ki Türkler herhangi bir suyu kirletmemek için içine girip yıkanmazlardı diyor.
Bugün ülkenin her yerinde çevre katliamı sürerken, milletimizde umumiyetle zımni olarak bu tahribata ses çıkarmıyor. Çünkü herkes ortaya çıkacak olan rantiyeden bize de bir şey düşer mi acaba diye bakıyor. Memleketin uzun zamandır en karlı işleri gayrı menkul olarak karşımıza çıkıyor.
Dedelerimiz ormana yakacak ihtiyacını karşılamak için ağaç kesmeye giderken, baltalarının ağzını bez ile bağlarlarmış, çünkü kesecekleri ağaçların bu baltayı görüp hüzünleneceklerini, ızdıraplarının artacağını hesap ederlermiş. Bugün örneğin 3. Köprü için kesilen binlerce ağaca hiç üzülmeyen kalabalık bir kitle mahkeme kararı ile köprü inşaatının durdurulması kararına üzülebiliyorlar.
Manisa’da ‘Entelköy, Efeköy’e karşı filmine nazire yaparcasına bir olay gerçekleşti. Yırca’da durdurulan Termik Santral köylerine yapılacak diye sevinen köylüler, bu projeye karşı koyan çevreci örgütleri köylerinden kovdular. Kendilerinin şu an için sorunlarının çözümünü, gelecekte yaşayacakları çevre ve sağlık sorunlarından önemli görüyorlar.
Memleketin bütün derelerine HES’ler kurulmak suretiyle, her yer çölleştirilmeyle yüz yüze kalırken, sorunu sadece o bölgede bulunan bir avuç insan ve birazda çevreci aktivist görebiliyor ve mücadele etmeyi deniyor.
Peki bir tek derdimiz çevre duyarsızlığımı, hayır hayatın her alanında çok duyarsız, sadece kendine dönük, kendisinden başkasını yok sayan, en ufak menfaatler için yalan söyleyebilen ve kavga edebilen bir topluma dönüştük.
Kendimizin dışındakileri dinlemiyoruz, dikkate almıyoruz. Sonuca gitmek için her yolu mübah sayıyoruz. Örneğin bizim inancımızdan başka her inancı yok sayıyor ve hakaret edebiliyoruz. Kendi kültürel değerlerimizi çıkarlarımız için tahrif edebiliyoruz. Şekil artık her şeyin üstüne çıkmış vaziyette, bütün inandığımız değerlerin içini bir şekilde boşaltıyoruz.
Kürt şehirlerinde Temmuz ayından bu yana şiddetini arttıran çatışmalar oluyor. Devlet operasyonlarını şehirlerin, ilçelerin mahallelerine kadar indirmiş vaziyette, toplarla, panzerlerle, helikopterlerle saldırıyor. Gün geçmiyor ki, sivil ölümleri çoğalmasın, uzun süreli sokağa çıkma yasakları sürüyor, insanlar ölülerini bile defnedemiyor. En tabii ihtiyaçlarını bile göremiyorlar. Tabi bu manzaralar merkez medyamızda hiç gösterilmiyor. 90’lı yıllarda köylerinden ettiğimiz, bir gece de çoluk, çocuk aç bilaç sürgüne gönderilen insanlar bugün illerinde, ilçelerinde şiddet sarmalına sürüklenmiş vaziyette, hiç kimse onurlu bir şekilde bir çözümden, bir barıştan bahsetmiyor.
2013’ten bu yana sürdürüldüğü söylenen ‘çözüm süreci’ devam ederken Ak Parti oy kaybediyordu, fakat süreci sonlandırıp, savaşa başlaması lehine işledi. Düşünün ki, Ankara patlamasından sonra Başbakan çıkıp oylarımız yükseliyor demişti. 102 canın karşılığı bir partiye iktidar yolunu açtı. Şu anda Türkiye seçmeninin belki de %60’ından fazlası yaşanan bu çatışmalara olumlu bakıyor. Devletin ‘bekasının’ bunu gerektirdiğini söylüyor. Fakat insanlar bunun böyle süreceğini mi sanıyorlar. Oralarda yanan ateşin bir kısmı gün gelecek bizim de ocaklarımıza düşecek, zaten şu anda asker ve polis cenazeleriyle düşüyor. Yarın başka şekillerde gelme ihtimali giderek artıyor. Herkes kör olmuş bekliyor. Herkes borçlu durumda devamlı çalışıyor ki, bankalara olan kredi ve kredi kartı borçlarını ödeyebilsinler. Sistemde en ufak bir açık insanları daha da kötü durumlara sokacak, pamuk ipliği ile yaşıyoruz.
“ Zor açıklanabilecek şeyler için kolay açıklamalar bulmak kolaycılığına sarılmak bu durumda ağırlık kazanıyor. Siyasetçilerin ve köşe yazarlarının var olan yorumlardan en zayıf olanlarını yeğlemeleri kimseyi şaşırtmamalıdır. Bunu yaparken, alışılagelmiş parti şemalarına uyuyorlar. Çabalarını özetlemeye birkaç sözcük kafi gelecektir. Tutucu konuşmacılar bıkmadan usanmadan örf ve terbiyenin, disiplin ve düzenin sözde egemen olduğu imgesel bir eski rejim özlemini dile getiriyorlar. Dünyanın yozlaşmasının nedenini son iki yüzyılın özgürleşme atılımlarında ve eski otoriterlerin yıkılmasında arıyorlar. Kurtuluşu, kökleri ataerkil toplumlara kadar uzanan erdemlere geri dönmekte görüyorlar. Sanayileşmiş uygarlığın ileri bir aşamasında bu düşüncelerin nasıl ve hangi siyasal araçlarla kabul ettirilebileceği, kolaylıkla anlaşılabileceği gibi ayrıntısı ile anlatılmıyor. Sosyal Demokrasinin alaca karanlığında Rousseau bir kez daha haklı çıktı”2
AK Parti Diyarbakır milletvekili Galip Ensarioğlu “Kendi insanına eziyet eden sokak aralarına şiddeti taşıyanlardır” dedi ve ekledi “sivil halkın zarar gördüğü iddiaları ile de algı yaratılmak isteniyor.” Halbuki sivil halkın çektiği bir sürü video sosyal medyada dolaşımda, dahası bizler orada neler yaşandığını bilmiyoruz, göremiyoruz ki, orada terör mü var, yoksa devlet şiddeti mi, bu bizzat devlet tarafından sansüre uğruyor ve bize size ne gösterilirse ona inanın diyorlar.
Kimseye bir şey anlatamıyoruz, körler memleketinde sağırlar diyalogu var. Herkes devletlularımızın, neylerse güzel eyler şiarıyla yapacaklarını bekliyor. Paris’te yapılan saldırıda, IŞİD militanları gözlerini kırpmadan, restaurantta yemek yiyen ya da konserdeki sivil insanları katlettiler. Fransızlar ikinci dünya savaşından beri böyle bir olayla karşılaşmadıkları için şaşkınlık ve dehşet içindeler. Oysa ki sınırlarımızın dibinde bulunan Irak ve Suriye’de 2000’li yılların başından beri bu olaylar rutin bir şekilde yaşanmakta idi. Afganistan’da 1979 yılından bu yana hiç durmaksızın yaşıyor. Bosna’da neler olduğunu, ya da Çeçenistan’ı kaçımız biliyor, kaçımız hatırlıyor.
100 yıllık bir sorun olan Kürt sorunu yaklaşık 35 yıldır, düşük yoğunluklu bir savaş şeklinde yaşanmasına rağmen, Kürt siyasal hareketi bu meseleyi bölgenin dışına Türkiye’nin diğer bölgelerine yaymamak için bana göre dikkatli davrandı. Peki şu anda oralarda devletle kentlerin içinde savaşan o YDG’li gençlerin bunu yapmayacağının garantisi var mı? Orada hiçbir şeyden korkmayan, normal yaşam nedir pek bilmeden yetişmiş bir nesil var. Eğer devlet, Kürt hareketi ile bir anlaşma zeminine girmezse, gelecekte o öfkeli gençlerle hiçbir anlaşma yapamaz. Maalesef bu işin en büyük bedelini Kürtler ödemesine rağmen barış diye kendilerini yırtarken, toplumun çoğunluğu hala onları terbiye etmek gibi bir kibrin içinde sürükleniyor. Şu anda tekrar toplumdan güvenoyu alan Ak Parti hükümeti de bu savaşı giderek tırmandırıyor.
Nilüfer’in seslendirdiği, Kaya Han’ın sözlerini yazdığı ve bestelediği bir şarkı vardı, 90’lı yıllarda çok sevilirdi. Esmer Günler, sözleri şöyleydi
Demek yine bana hüsran
Bana yine hasret var
Yine bana esmer günler düştü eyvah
Evet esmer günlerden, zor zamanlardan geçiyoruz, elimizden bu kanı durdurabilecek bir şey gelmiyor, yapabileceğimiz ancak dilimizin döndüğünce, bildiğimiz kadarı ile bir şeyler yazıp herkesi uyarmaya çalışmak. Hz. Peygamber’in dediği gibi ‘ Fitne zamanlarında, yürüyorsanız durun, ayaktaysanız oturun’, yani bir yerde fitne varsa, pozisyonunuzu bir geri alıp, görün bakalım ne olacak, herhalde bize yapabilecek bu kaldı. Birde Rabbimize dua etmek kalıyor.
- Jean Paul Roux, Türklerin Tarihi, s.150
- Hans Magnus Enzensberger, İç Savaş Manzaraları, Yorum Labirenti Çıkmaz Yollar, s.41-42




Yorum bırakın