Doğrusu bu yazıyı yazarken bu kadar zorlanacağımı düşünmemiştim. Öncelikle kitabından bir hikayesini yazacağım, yazar Bahaeddin Özkişi’den bahsedeyim. Yaşadığı dönem içinde aslında kitaplarının da, kendisinin de tam değeri anlaşılamamış bir edebiyatçıdır. 1928 yılında İstanbul, Fatih’te doğan Özkişi, 10 Kasım 1975 yılında vefat ettiğinde arkasında iki hikaye kitabı ve üç roman, sevgili eşini ve dört yaşındaki kızı Zeynep’i bırakmıştı, sadece 47 yaşındaydı.
Romanları, ‘Köse Kadı’, ‘Uçtaki Adam’ ve ‘Sokakta’ kitaplarıydı. Hikaye kitapları ise 1959 yılında yazmış olduğu, ‘Bir Çınar Vardı’ ve öldüğü gün basılan, yani 10 Kasım 1975 yılında basılan ‘Göç Zamanı’dır. Yanlış hatırlamıyorsam, her üç romanını da ve hikaye kitabını da,1980 veya 1981 yılında okumuştum ve özellikle Sokakta romanı ve Göç Zamanı beni çok etkilemişti. Sırf belki de bu nedenle yıllar sonra bu kitapları tekrar okumak ihtiyacı hissettim. Tabi bu sırada bir sürü şey kafama gelip takılıyor, ruhum daralıyor. Allah’ın rahmetliye yazdığı kadere bakın ki, bu kitabın basılması ile vefatının aynı güne gelmesi ve kitabın adının da ‘Göç Zamanı’ olması, Allah’ın hesabı işte budur diye beni şöyle bir irkiltti. Tam da o nedenle benim için bu hikayeyi paylaşmak farz oldu. En verimli olduğu zamanlarda rahmetli olan Özkişi’ye Allah’tan rahmet diliyorum.
“Siz hiç sabaha karşı bir ses duydunuz mu? Yollarda ilk ayak seslerinden çok daha önce bir ses?
Bir ney ahenginde erimiş bir çağrı, sizi içinizden kavrayıp bir yere, uzak, renkli, bilinmez ve esrarlı bir yere çekti mi? Bilirmisiniz Münadi nedir ve Göç nasıl olacaktır?
Üzüntülü akşam yemeğinden hemen sonra, yavaşça arka odaya sıvıştım. İki elimi iki yana siper edip alnımı cama dayadım. Gece, bahçeyi tanınmayacak kadar değiştirmişti. Bin bir cini, bin bir oyunla dal aralarında gördüm. İnce patika, belli belirsiz bir ışıkla yarı aydınlanmış kulübeye doğru uzanıyordu. Kulübe koyu gölgeler arasındaydı, uyuyordu.
Yatağa girmeden önce bahçeye son bir defa baktım, sonra sıkıca sarındığım yorgan altında yapayalnız, geçmek bilmeyen günü ve Dede’yi düşündüm. Aldatıldığım kanısındaydım; üzgündüm, kırıktım.
Belki o, beni beraberinde götürmemek için Münadi’ye ‘Sus!’ demişti, ‘Uyanmasın!’ Bütün sevgililerin insana kucak açtığı ülkeye gitme acelesiyle ‘Sonra da gelse olur!’ demişti belki.
Sahi size önce Münadi’nin ne olduğunu anlatmalıyım. Ben onu, Dede’nin köşeleri yuvarlanmış konuşmasından, el kol hareketlerinin yardımıyla yaptığı küçük benzetmelerden tanımıştım. O anlatır, bir görünmez kalem zihnime Münadi’yi çizerdi; gür sesli, pala bıyıklı, iri ve güçlü bir adamı. Bir eli şakağına dayalı bu hayal yaratığı, ‘Göç zamanı gelmiştir,’ diye haykırır ve ben bu çağrıyı duyar gibi olurdum. Gözüm, Münadi’nin gerçek kadar canlı çehresinde, kulaklarım karşı durulmaz çağrının ahenginde, konuşmasının sonunu beklerdim.
Daha sonra Göç’ü anlatırdı Dede. Zihnimde bir araba canlanırdı. Denkler, kap-kacak, leğen ve mutlu insanlar yüklü bir araba.
Atın zayıf baldırlarında kaslar zorlanmaktan şekillenirken, anlatılması zor bir incecik hüzün içimi kaplardı.
Dede, her kelimenin tadına baka baka, ağır ağır; ‘Bir gece’ derdi, ‘sabaha karşı Münadi, Göç zamanıdır diye bağıracak’
Kaç geceler boyunca, o sesi duyabilmek için beklerken uyuyakalmıştım. Çok defa sala ile Münadi’nin çağrısını karıştırmış, heyecanlanmıştım. Kaç kez sabah ezanında bir şey, Dede’nin anlattığı yeri düşündürmüştü bana.
Derin ve dinlendirici bir çocuk uykusu sabahından sonra bir daha Dede’yi görmedim. Göçmüştü. Ne eşyalarını, ne eski hırkasını alabilmişti giderken. Kimbilir, belki asıl suç Münadi’nindi. Belki de ‘Göç zamanıdır’ dedikten sonra, ‘Acele et, acele et’ diye üstelemişti. Tabii böylece bana haber vermemişti Dede. Bir başka düşünceyse kalbimi sızlatırdı. Belki de diye düşünürdüm, Dede sırtında yepyeni bir hırka, çağrıldığı yerdeki çocuklara hikayeler anlatmaktadır.
Siz hiç sabaha karşı çağıran bir ses duydunuz mu? Bir ney ahengine bürünmüş bir ses?
Bir adam gördünüz mü, elini şakağına dayamış bir Münadi, ‘Göç Zamanıdır’ diye haykıran?
Dede olmalıydı şimdi. Size derdi ki, siz de duyacaksınız bir gün. Sonra gülümser, gözleri uzaklara dalar giderdi.”
Münadi, Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre, ‘Kamuya duyurulmak istenilen şeyleri yüksek sesle haber vermeyi iş edinmiş olan kimsedir.’ Yani tellallık ya da çığırtkanlık yapan kişi demektir. Yazarın hikayesinde ete kemiğe büründürdüğü Münadi ise sizin de anladığınız üzere Azrail’dir. Evet o Münadi hepimiz için bir gün gelip haykıracaktır.
“Haydi Göç Zamanıdır” diyecektir.
Dedim ya bu yazı benim için çok zor bir yazı olacak diye, kafam karmakarışık, memleketimde Kuran’ın dediği gibi ‘akleden’ herkesin olduğu gibi benim de kafam karmakarışık, bir yandan da yüreğim sızlıyor.
Son günlerde Amerika’da yürüyen bir dava var. 17-25 Aralık sonrası, kahraman ilan edilip, Türk Bayrağının önünde beyanat verdirilen, Türkiye ekonomisinin cari açığının %15’ini kapattığını gerine gerine anlatan şaklaban şu anda ABD’de Türkiye aleyhinde ne varsa anlatıyor. Bunun üzerine ülkedeki bütün mallarına el konularak, itirafçı ve iftiracı ilan ediliverdi. Sosyal medya da dönen rakamlar verildiği iddia edilen rüşvetler anormal düzeyde, 2013, 2014’te de buna benzer şeyler duymuştuk ama memleketimin hukuk sistemi bu temizliği yapamadığı için şu anda bütün dünya tarafından izlenen bir süreç devam ediyor. Peki bu anlatılan olaylar ne zaman olmuştu. 2010-2013 yılları arasında, dört bakan, çocukları, bir tane müteahhit, bir belediye başkanının isminin karıştığı bir olaydı. Hiçbir zaman mahkeme yapılamadı. Mecliste soruşturma açılmadı. Egemen Bağış’ın o kutuya zarf atışını hatırlıyorsunuz değil mi?
Peki aynı yıllarda olan şu olayları da hatırlıyormusunuz?
25 Nisan 2011’de Samsun’da açlıktan ölen Kübra bebeği;
28 Aralık 2011’de Uludere’de çoğu kişinin kaçakçılık dediği ama sırf ekmek paraları için katırlarıyla gidip üç beş kuruş kazanmaya çalışan çocukların terörist olduğu gerekçesiyle bombalanarak öldürülmelerini;
Peki 15 Mart 2012 yılında, Adana’da Emine Akçay’ın çocuklarını ısıtamadığı ve aç kaldıkları için kendini astığını;
Peki 6 Eylül 2012’de gece yarısı askerlerin cephanelikte çalıştırılıp meydana gelen patlama sonucunda 25 gencimizin paramparça olmuş cesetlerini;
Ben öyle bir hatırlıyorum ki, içim sızlıyor, isyan ediyorum. Hayatınızda ister bir şeye inanın, ister inanmayın, ister ateist olun, ister putperest, ister Müslüman, İster Hristiyan, hangi ırktan, hangi renkten olursanız olun değişmeyen hepimizin inandığı bir gerçek var ki, her canlı ölümü muhakkak tadacaktır.
İşte o gün Münadi gelecek ve bağıracak “GÖÇ ZAMANI” diyecek.
Peki o çağrıya siz ne diyeceksiniz? Hepimiz o çağrıya mutlaka uyacağız, bakalım, kim hırkasıyla, kim günahlarıyla gidecek?




Yorum bırakın