Bir mektup ve bütün hayatları bu mektup yüzünden değişen arkadaşların hikayesi, memleketin darbelerinin yok ettiği, tutunamayan nesillerin hikayesidir yazılanlar biraz da!..
“Ne çıkar bahtımızda ayrılık varsa yarın;
düşen yaprakla biter;
Sanma ki hikayesi şu titreyen dalların
Böyle bir kara sevda, kara toprakta biter.
Uzaktan uzağa ince bir saz sesi ve bir kadın nefesi; orta yaşlarında bir adam. O eski zayıf ince, narin adam gitmiş yerine, uzun, daha kilolu, saçları ağarmaya başlamış bir adam gelmişti. Mırıldanıyordu, “Böyle bir kara sevda, kara toprakta biter” durdu ve gülümsedi.
“Artık diyordu, kara sevdalar kara toprakta değil, ancak tenasül uzuvlarında bitiyor. Eski zaman sevdalarını biz gerçekten toprağa gömeli epey bir zaman oldu. Bu toprakların gördüğü en son romantikler düvel-i muazzama savaşında kaldı.”
Böyle söylerdi amcası, iflah olmaz bir romantik olan amcası; hep bu nedenle belki de bir tek kadına tutkun olamamıştı, defalarca sevmiş, defalarca evlenmiş ama hiçbir sevdiğiyle dargın ayrılmamıştı.”
“Ertesi gün, belediye otobüsünün camına yanağını dayamış, okuluna doğru gidiyordu. Ne kadar zaman olmuştu görmeyeli okulunu, Zincirlikuyu mezarlığının yanından geçerken yine o ayeti görmüştü, ‘Her Canlı Ölümü Tadacaktır’, ölmeden kardeşimi bulsaydım ne güzel olurdu, diye düşündü. Otobüsten Beşiktaş’ta bir aktarma yaptı, yarım saat sonra okulunun önündeydi. Kabataş Erkek Lisesi, belki de hayatının en güzel yıllarının geçtiği bu okulu görmeyeli yıllar olmuştu. Nefesinin sıkıştığını hissetti, nasıl özlemişti, burayı, ne kadar uzun yıllar öncesine götürdü hatıralar kendisini, şu ilerideki basket potasında basket oynarken, annesinin çalışıp biriktirip aldığı canım takım elbisenin pantolon dizini düşüp nasıl yırttığını hatırladı. Akşam yediği fırça sağlamdı, annesi o kadar kızmıştı ki, bir hafta konuşmadığını hatırlıyordu.”
“Gecenin kaçı olduğunun farkında bile değildi. Sallana sallana eve gitmeye çalışıyordu. Yolu belli belirsiz görüyordu. Buraya nasıl geldiğini, ne ara yürümeye başladığını hiçbir şey hatırlamıyordu. En son Asmalımescid tarafında bir barda bir şeyler içmeye başlamıştı, bir ara barda yanına iki kişinin geldiğini hayal meyal hatırlıyordu. Galiba onları tanıyordu, aslında simalarından hiç tanıdık gelmemişlerdi ama onlar kendisine çok samimi davranıyorlardı ve daha fazla içmemesini söylüyorlardı. Bir ara siktir çektiğini hatırladı, sonra muhabbete başladılar. Sonrasını hatırlamıyordu.”
“Elinde tuttuğu mendile şöyle bir baktı, ne demekti şimdi bu, turkuaz mavisi bir zemin üzerine kırmızı harflerle “MMT” yazıyordu. Üstelik yazı bir hilal formunda işlenmişti. Mendilin ortasındaki ay yıldızın etrafına bu harfler, hilale denk gelecek şekilde işlenmişti. Bütün bunların anlamı neydi?
Düşünüyordu hiçbir anlam veremiyordu. Görünüşte çok sıradan bir ölümdü, iki gün önce saat 22.00 gibi cinayet masasında nöbetçi olan Suat’ın kendisine telefon etmesiyle tanık olduğu şey görünüşte bir intihara benziyordu ama hiç kuşkusu yoktu bu bir cinayetti.”
“Emredersiniz Komutanım” dedi. Bu olay kendisi için öyle bir şok olmuştu ki, bir anda gözünün önünde bir iki ay önce yaşadığı bir olay canlanıverdi. Mardin Kızıltepe’de bir operasyonda bir köyde oğlu dağda olan bir ihtiyarı konuşturmaya çalışıyorlardı. Adama kaba dayak atıyorlardı, adamın yaşı nereden baksan seksenin üzerindeydi, ne yaparlarsa yapsın adam devamlı bir tek cümle söylüyordu. Hiç Türkçe bilmiyordu, Kürtçe olarak;
“Ew kurê min e, ez ji her kesê re nadim” diyordu.
Başka hiçbir şey söylemiyordu, her tarafı yara bere içinde kalmıştı. Yüzü kan içindeydi, en sonunda ölecek diye bırakmışlardı ve adamı terör örgütü mensubu olmaktan hapse atmışlardı. Kürtçe bilen bir ere sordurmuştu Fuat, “Bu adam ne diyor böyle devamlı” diye “O benim oğlum, onu kimseye vermem” dediğini söylemişti.”
“Oysa bu kızı ne çok sevmişti, onu ilk gördüğünde, nasıl çarpıldığını hiç unutmuyordu. Onunla ilk buluşmalarında, söyledikleri kahveyi heyecandan içememişti. Elleri, ayakları bir kuş gibi titriyordu. Şimdi neredeydi o hayallerinin prensesi? Sabah olmuştu ve külkedisi gerçek kimliğine kavuşmuştu. Araba kabağa, uşaklar, tavşana dönmüştü, kendisi de rüyadan uyanmıştı. Aşkın o masumiyetini, evliliğin alışkanlıkları yerle bir ediyordu. Görmeden duramadığı meleğe şimdi, yarım saat tahammül edemiyordu. Sonuçta şeytanda bir melekti ve çok akıllıydı ama her şeyi mahveden o olmamış mıydı? Dünyanın büyüsünü bozan elbette ilk önce iblis değil miydi?”
“Murat’ta gerçekten her şeyden uzak durmaya çalışıyordu. Çok mecbur kalmadıkça ev, dükkan ve okul dışında hiçbir yere çıkmıyordu. O gün nasıl olmuşsa olmuştu, çay bahçelerinin oraya inmek zorunda kalmıştı. Galiba annesi bir malzeme istemişti. Oda, çay bahçelerine yakın bir dükkanda satılıyordu, onu aldıktan sonra birde aşağıya uğrayayım, bakalım tanıdık bir yüz görebilir miyim diye düşünmüştü. Tam çay bahçelerini geçmişti ki etrafının birileri tarafından sarıldığını farketti. İnce uzun, biri ki bu çocuğu tanıyordu. Kendisi ile burun buruna gelmiş, sorguya başlamıştı.
“Oba nedir? Oba kaç kişiden oluşur? Bizim semtte obada senden başka kaç kişi daha var?”
Murat ne diyeceğini şaşırmıştı, sorular akla ziyan sorulardı ve ne diyeceğini bilemiyordu?”
“Saat 11’e geliyordu, ara sokaklardan devam ederek, Türk Büyükelçiliğinin bulunduğu caddeye doğru gelmişti. İnsanlar burada kalabalıktı ve hemen yakında bir polis aracı vardı. Büyükelçiliğe giderken onun yanından geçmek zorundaydı. Hiç acele etmeden geçmesi gerekiyordu, yoksa yakalanabilirdi. Sadık yavaş bir şekilde yürümeye başladı, polis aracının yanından geçtiğinde kendisine dikkatli bir şekilde baktıklarının farkına varmıştı. Adımlarını hızlandırmaya başladı. Biraz sonra araçtan iki polis çıktı ve ona seslendiler.
“Hey, sen dur orada, yoksa ateş ederiz!” dediler.
Sadık adımlarını iyice hızlandırmış, büyükelçiliğe doğru koşmaya başlamıştı. Büyükelçilik önündeki Türk güvenlik görevlisi, silahını çekti ve Sadık’a durmasını söyledi. Sadık Türkçe olarak bağırıyordu.
“Ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, hayatım tehlikede, sığınmama izin verin…”




Yorum bırakın