“Âlem insanın varlığıyla tamamlandı. Ve onun âleme nisbeti, mührün, üzerinde bulunduğu yüzük kaşına nisbeti gibidir, sultanın hazineleri üzerine nakşettiği mühür, yüzük kaşının üzerindedir. Ve insana ‘halife’ denmesi bu nedenledir. Nasıl ki sultan hazinelerini mührüyle muhafaza ediyorsa, Allah da mahlukâtını halifesiyle muhafaza eder. Üzerinde sultanın mührü oldukça hiç kimse, sultanın izni olmadan bu hazineleri açmaya cüret edemez. Böylece insanı, âlemin muhafazasında Kendisine halife kıldı ve âlem, içerisinde İnsan-ı Kâmil bulunduğu sürece muhafaza olunacaktır. Görmez misin ki, dünya hazinelerinin mührü olan İnsan-ı Kâmil’in bu dünyadan ayrılmasıyla bu dünyanın üzerindeki mühür parçalanacak olsa, Hakk’ın onda saklayacağı hiçbir şey kalmaz ve içinde olan ne varsa boşalır, her bir parçası (kendi asılları olan) diğer parçalara karışır. Ve her şeyin ahirete intikal etmesiyle, İnsan-ı Kâmil, ahiret hazinelerinin üzerine ebedî olarak mühürlenir.” 1

Muhyiddin-i İbni Arabi, Füsusul Hikem isimli kitabının girişi sayılabilecek sayfalarda yukarıdaki cümlelere yer vermiştir. Kendisinin yazıları kuramsal tasavvufun zirvesi sayılan yazılardır. Onun yazılarını okuduğumuz zaman cezbeli bir hak aşkından ziyade insana Yaratıcıyı ve ona ulaşmanın yollarını gösteren ve arayan bir aklı görürüz. 1165, 1240 yılları arasında yaşayan ve teorileri İslam coğrafyasının her yerini etkileyen İbni Arabi’nin düşüncelerini aslında daha önceki mutasavvıflarda da müşahede ederiz ama bunları sistematik hale getiren kişi İbni Arabi’dir.

İbni Arabi’den bir alıntı yaparak giriş yaptığımız tasavvuf, fıkıhla beraber bütün İslam tarihi boyunca günümüze kadar kendini İslam toplumları içinde taşımış ve yaşatmış bir inanç ve itikad biçimidir. Bugüne kadar irdelediğimiz birçok inanç, düşünce ve amel biçimi tarihin tozlu sayfalarında yerini almış ve yok olmuştur. Daha doğrusu egemen olanın isteği doğrultusunda olanlar yaşama imkânı bulabilmiştir ama bir yandan da bir damar akmaya devam etmiştir. Tabi Tasavvufta da çoğu mektep kendini ya fıkıh kaidelerine uydurmak ya da bir şekilde ona uygun olmadığını gizlemek zorunda kalmıştır. Ama gerçek olan şudur ki, tasavvuf İslam düşünce ve inanç hayatına büyük bir damga vurmuştur.

“İlk sufiler, Allah’la kul arasındaki karşılıklı sevgi vaadini keşfedinceye dek, birçok surede ürkütücü biçimde anlatılan kıyamet günü korkusuyla yaşadılar. Kötülüğü emreden nefisten (nefs-i emmare), Allah’la huzur içinde bulunan nefse (nefs-i mutmainne) kadar insan ruhunun türlü mertebelerini bulmuşlardır Kuran’da. Allah’ın insana şah damarından daha yakın olduğunu, evrenin Rabbinin ve Yaratıcısının hem içkin hem de aşkın olduğunu yine Kuran’dan öğrenmişlerdir. ‘Gözler O’nu fark edip kavrayamaz. O, gözleri görür’ (Sure 6:103); ama ‘Nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır’ (Sure 2:115). Allah, doğaya ve insan ruhuna işaretler yerleştirmiştir (Sure 51:20-21) ve onları görmek, anlamak gerekir.

Kuran’da söylendiği gibi Allah, insan fiillerini yaratan ve bunları önceden yazan biricik gerçek Hâlik’tir. O’na, Mutlak Enaniyet (Benlik)demiştir sufiler, Ben demeye hakkı olan tek varlık O’dur. Sonraki mutasavvıfların çoğu Allah için Hak ismini kullanmışlardır”2

Fakat Kuran, sadece ahiret hayatını düzenlemez onun bu dünya ile ilgili de mesajları vardır. İşte sufiler Kuran’ın dünya ile ilgili olan gündelik ve ahlaki buyruklarını da yerine getirmek için gayret etmişlerdir. Bir de üstelik Kuran’ı vecd halinde okumak insanın ruhunu da etkiler. Tilavetle okunan Kuran inanan kişinin zihnini daha üst âlemlere yükseltir, onu daha yüksek bir anlayış seviyesine çıkartır. Milyonlarca kadın ve erkek Kuran’ın sözlerinin anlamını bilmemelerine rağmen onu huşu içinde dinlerler ve onun kutsal havasını hissederler. Kuran kendi yapısıyla bütün Müslümanları çepeçevre kuşatır. Yani Arapça dışında başka diller konuşan insanlar, Kuran’ın edebiyata ve gündelik dile nasıl bir etkisinin olduğunu kalben anlarlar. Yani bu Müslüman belleğinin Kuran’laşması onu yaşaması gibi bir şeydir.

“Tasavvufun başlangıcı Peygamber’in kendisine kadar uzanır. Kuran’da onun ümmi olduğu, yani okuma yazma bilmediği söylenir. İslam sofuluğunu anlamanın temeli burada yatar. Allah’ın kelâm olarak ete kemiğe bürünüp, İsa aracılığıyla tecelli ettiği Hıristiyanlıkta, kelâma tertemiz bir kap oluşturmak için Meryem’in bakireliği nasıl gerekli ise, Allah’ın, Kuran’ın kelamı aracılığıyla tecelli ettiği İslam’da da, emaneti, saflığı bozulmamış bir şekilde aktarabilmesi için Peygamber’in, sözlü olsun yazılı olsun akli bilgiyle kirlenmemiş bir kap olması gerekliydi.

Hz. Muhammed, tasavvufun manevi zincirinin ilk halkasıdır ve İsra Suresi’nin ilk ayetlerinde üstü örtük bir şekilde anlatılan Peygamber’in miracı, tasavvuf ehli için Allah’ın huzuruna manevi yükselişin ilk örneği olmuştur. Batîni hikmetin, Hz. Muhammed tarafından amcaoğlu ve damadı olan dördüncü halife Ali b. Ebu Talib’e aktarıldığı söylenir. Menkıbeye göre, ailesinden veya dostlarından bazılarına da tasavvufi kavrayış bahşedilmiştir veya tasavvufi uğraşlar içinde olmuşlardır. Sufiler, çeşitli hal ve makamları kendilerine göre yorumlarken, Peygamber’e kadar uzanan ya da en azından Peygamber’e atfedilen hadislerden yararlanmışlardır. İslam’daki, dolayısıyla tasavvuftaki her eğilim, hadislerde bir dayanak arayıp bulmuştur kendine. Daha sonraki dönemlerde sufiler, dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki resmi derlemede yer almayan hatırı sayılır miktardaki hadisten yararlanmışlardır. Hz. Muhammed’in kişiliği kısa bir süre sonra, ümmetinin manevi hayatında büyük önem taşımaya başlamıştır. O eşsiz bir yol göstericiydi ve her Müslümanın üzerine düşen görev, onu kendisine örnek almaktı. Peygamber’e gösterilen hürmet, çok geçmeden efsanevi boyutlara ulaşacaktı. Ortaçağ mutasavvıfları onu İnsan-ı Kamil, yaradılışın nedeni ve amacı, Allah’ın dostu ve ümmetinin şefaatçisi olarak görmeye başladılar.”3

Mutasavvıflar bu geleneğin başlangıcını Hz. Peygamber ve onun amcasının oğlu aynı zamanda damadı olan Hz. Ali’ye götürürler. Diğer yandan ise ilk dönemlerde onların yanında bulunan Ebuzer-i Gıffari, Selman-ı Farisi ya da Peygamberi hiç görmemesine rağmen,  Peygamberle birbirlerini manevi olarak tanıdıklarına inanılan Veysel Karani gibi kişilere de bu başlangıç dönemi için önemli yerler verirler.

Aslında her şeyin başlangıcı Hz. Peygamberin vefatı ve sonrasında başlayan iktidar kavgaları ile bir şekilde oluşmaya başlamıştır. Hz. Ali, Muaviye ve Hariciler kavgası sırasında, bir kısım bütün bunların dışında kalmak için Peygamberin “Fitne anında, yürüyorsanız durun, eğer ayaktaysanız oturun” şeklindeki hadisini kendilerine rehber edinmişler ve tarafsız kalmaya, kavgaya bulaşmamaya dikkat etmişlerdir. Bunların en ünlüleri olan Hasan-ı Basri’dir. Aslında o hem kelam okullarının kurucusu sayılır hem de tasavvufun kurucusu sayılır. O dönemden başlayarak iktidarlara uzak duran onların hiçbir nimetinden faydalanmak istemeyen ve bunu da günah sayan bir anlayış İslam dünyası içinde oluşmaya başlamış ve hatta bugünkü Sünni mezheplerin kurucu imamları kabul edilen bu şahsiyetler bu yüzden dönemlerinin sultanlarının gazabına uğramış ve hayatlarını zindanlarda kaybetmişlerdir.

“Hasan-ı Basri kendini yalnızca fetihlere adamış, servet ve dünya malı peşinde koşan ve Kuran’daki, ‘Sadece o bağış ve celal sahibi Rabbinin yüzü kalacaktır’ ayetini unutmuş gibi görünen bir toplumu bekleyen tehlikeleri sezmişti. Kendisine kulak verenlere, kıyamet günü utanca düşmek istemiyorlarsa, Kuran’ın buyruklarına göre yaşamalarını öğütlüyordu: ‘Ey Âdemoğlu’ diyordu, ‘yapayalnız öleceksin, yapayalnız gireceksin mezara, yapayalnız dirileceksin ve yapayalnız hesap vereceksin! Öyleyse bu yalancı dünyaya neden tamah etmel.i Bu dünyaya hiç gelmemişsin gibi ahreti ise hiç terk etmeyecekmişsin gibi düşün.’ Onun bu sözleri, yüzyıllar sonra İran, Türk ve Peştu tasavvufi şiirlerinde de yankılanacaktı.

Hasan-ı Basri de bütün dinlerin zahitleri gibi hüzün ve huşu içindeydi. ‘Cehennem ateşi sanki yalnızca onun için, bir de 2. Ömer için yaratılmıştı’ der bir tarihçi. Güzel, uyumlu Arapça vaazları ve öğütleri, lrak’ta ve başka yerlerde pek çok dindar ruhu etkilemişti. Hasan-ı Basri’nin vicdanlılığı ve Hesap Günü korkusu; Allah’ın korkunç gazabı ve kendi günahkâr yaşayışları akıllarına geldiğinde, ‘Keşke toprak olsaydım’ diye bağıran (bu sözlerin Hz. Muhammed’in güvendiği sahabelerinin ağzında dahi dolaştığı söylenir) çağdaşlarının ya da daha sonraki Müslümanların sözlerinde yansımasını bulur.”4

İlk sufilerin adlarını Hristiyan çilecilerin giymiş oldukları yün giysilerden aldıkları düşünülmektedir. Bu sufiler şeriata kesinlikle uyuyor, namaz kılıyor, oruç tutuyor, Allah’ı sürekli olarak zikir ediyor ve günahlardan kesinlikle kaçınıyorlardı. Kuran ve sünnetin dışına kesinlikle çıkmıyorlardı. Paul Klappstein, İlk Dönem Çileci Tasavvuf adlı kitabında bir sufiden şöyle bir şey paylaşır.

“Hakikate ait bazı keşfi bilgiler, kırk gün süreyle kalbimi sarar; ben, iki şahit olmadan onların gönlüme girmesine izin vermem. O iki şahit: Kitap ve sünnettir

Görüldüğü gibi ilk dönem sufiler bozulan düzenin ve dünya malına adeta tapan Müslümanların davranışları dolayısıyla kendilerini zahitçe bir yaşama adayan inançlı kimselerdi.

“Zahitlik en büyük başarısını, Abbasi İmparatorluğu’nun kuzeydoğusundaki Horasan’da elde etti. Dokuzuncu yüzyıl Horasan zabitlerinden birine dayandırılan şu söz, bu eşsiz topluluğun tipik zihniyetini gayet iyi anlatır: ‘En yüce şerefe ulaşmak isteyen şu yedi şeyi diğer yedi şeye tercih etsin: Fakirliği zenginliğe, açlığı tokluğa, aşağıda olmayı yükseklerde olmaya, zilleti izzete, tevazuu kibre, hüznü neşeye, ölümü hayata’”5

İLK DÖNEM MUTASAVVIFLAR

Fudayl b. İyaz ilk dönem Sünni zahitliğinin önemli temsilcilerinden biriydi,

“Hüzün birçok sözüne yansımıştır. Yalnızlığı yeğler ve çağdaşı kadın veli Rabia’yı hatırlatan şu sözler onundur: “Gece olunca, tefrikasız bir halvetim olacak diye sevinir dururum. Sabah olunca, halkla görüşmekten hoşlanmamam sebebiyle üzülür dururum. Zira gelip zihnimi teşviş etmelerinden (karıştırmalarından) korkarım.”  Fudayl evliydi; ancak aile hayatını Allah yolundaki en büyük engellerden biri sayardı. Otuz yıl boyunca sadece bir kez gülümsediği görülmüştü, o da oğlu öldüğünde. Bu olay, ona göre ilahi lütfun bir işaretiydi. ‘Allah kulunu severse, ona türlü belalar verir, çok severse de onu elleriyle tutar, ne aile ne de servet bırakır ona’ demiştir.”6

Bir diğer isim Cüneyd’i Bağdadi’nin, ‘Tasavvuf yolunun bilgilerinin anahtarı İbrahim’dir.’ dediği İbrahim b. Edhem’dir. İslam tarihinin gerçek fakirlik, verâ ve tevekkülün en önemli örneklerinden biridir.

“’Züht’ makamlarını ilk sınıflandıran kişinin İbrahim olduğu söylenir. Dokuzuncu yüzyıldan sonra sık sık görüldüğüne göre, üçlü ayrım daha sonraki bir kaynaktan çıkmış olmalı, bu ayrım şöyledir:

  1. terk-i dünya, b) terk-i ukbâ (dünyayı terk etmenin vereceği mutluluğu terki) c) terk-i terk.

İlk sufilerin ulaştıkları züht düzeyine ilişkin olarak anlatılan menkıbelere çağdaş bir zihnin akıl erdirmesi hayli güçtür, dünya nimetlerinden tamamıyla uzak yaşamayı, yastık yerine kerpiç, yatak yerine de eski püskü bir hasır kullanmayı mutluluk sayıyorlardı (eğer oturdukları yerde uyumuyor ya da hiç uyumamayı yeğlemiyorlarsa). Ne dış görünüşlerine ne de giyim kuşamlarına önem vermezler, ancak aptessiz de dolaşmazlardı. İbn Edhem, hırkasındaki bit sayısıyla övünürdü. 900 yıllarında Bağdatlı bir sufinin hizmetkarı, ‘Ya Rab! Velilerin ne de kirli! Bunların içinde bir temizi yok mudur?’ diye sesleniyordu.”7

İlk sufilerin arasında Horasanlı bir tüccar olan Şakik el Belhi’yi ve en önemlisi de bir kadın olan Rabiatül Adeviyye’yi saymak gerekir. Rabia’nın önemi tasavvufa cezbeli aşkı sokan ve ona batîni rengini veren kişi olmasıdır.

“Rabia, azat edilmiş bir köleydi. Şu ünlü menkıbe, kendini Allah’a adayışının saflığını gözler önüne serer. Günün birinde Basra sokaklarında yürürken niçin bir elinde meşale diğerinde de ibrik taşıdığını sormuşlar, o da şöyle cevap vermiş: ‘Cenneti ateşe vermek, cehennemi de söndürmek istiyorum; böylece iki engel ortadan kalkmış olacak ve cennet umudu veya cehennem korkusuyla değil, Allah sevgisiyle ibadet edenler ortaya çıkacak.’”8

Sekizinci yüzyıldaki tek kadın veli Rabia değildi. Gözlerinden uzak olsa dahi gönüllerinden uzak olmayan ilahi sevgili için ah çeken ve onun yolunda ilerleyen birçok kadın veli vardı. Kadınları sevmeyenler bile, Rabia’yı cezbeci aşkın temsilcisi olarak kabul etmişlerdi. Aslına bakıldığında mutlak aşk yolunda cinsiyette ortadan kalktığı için bu yolun erkek ya da kadın gibi ayrımcı yolcuları olamazdı.

Aslında bugünkü anlamda ortaya çıkan tasavvufun ilk öncüleri 9. yüzyılda ortaya çıkan Mısırlı Zünnun, İranlı Beyazıd’ı Bestami ve Rey’li Yahya b. Muaz’dır.

Zünnun, tasavvufun ilk döneminin en etkileyici ve merak uyandırıcı kişilerinden biri olmuştur. Onun hakkında çok zekice bir ifadeyle şöyle denilmiştir. Mutasavvıfların ayyarlarındandı. Sevban b. lbrahim, diğer adıyla Zünnun, yani ‘balık sahibi’, Yukarı Mısır’lı bir ana babanın çocuğuydu ve önce kelâm öğrendi, Maliki mezhebinin kurucusu Malik b. Enes’ten hadisler aktardığı bilinir. Zünnun, ilim, edep, hal ve verâ bakımından zamanının öncüsüydü. Mutezile mezhebinden olanlara zulüm edildiği dönemlerde, Kuran’ın yaratılmış olduğuna inandığı için hapse atılmıştı; ama Halife Mütevekkil, vaazlarından birinin etkisinde kalarak onu serbest bırakmıştı. Filozofluk ve simyacılıkla suçlanmış, kimi zaman batîni halinin sahiciliğinden kuşku duyulmuştur.

“Çocukluğunda Zünnun’u gören İbrahim el-Kassar, mütevazi ve kendi halinde görünen bu büyük şeyhin kendisini düş kırıklığına uğrattığını (ve onu zavallı biri olarak düşündüğünü) ancak aklından geçenleri manevi gücüyle okuyup kendisini azarladığını söyler. Ona atfedilen nice kerametler vardır ve anlatılan esrarlı garip menkıbelerde, insanların ve cinlerin boyun eğdiği bir tür büyücü olarak anılır. Belâ yolunu tutmuş ve melamet meşrep olmayı tercih ederek bu yolda yürümüştü. Ancak menkıbeye göre, öldüğü zaman alnında şu ibarenin yazılı olduğu görülmüştü. ‘Bu, Allah’ın sevgilisidir. Allah sevgisin de öldü. Hak sevgisinin katlettiği zattır.’”9

Tasavvufun simgesi durumuna getirilen ilk velilerden biri de Bâyezid-i Bestami’dir. Kişiliği ile ilk dönem İran tasavvufunda önemli bir yere sahip olmuştur. İran’ın kuzeybatısındaki Bistam (Bestam) denilen küçük bir yerde dünyaya gelen bu mutasavvıf kadar çağdaşlarını ve sonraki kuşakları etkilemiş ve zihinlerini allak bullak etmiş pek az sufi vardır. Garip deneyimlerinden ve sonsuz imanından söz edilir. istiğrâk halinde söylediği sözleri ve paradoksal ifadeleri, kendisinden çok farklı bir mutasavvıfı, Bağdat okulunun önderi Cüneyd’i Bağdadi’yi etkilemiş olmasına rağmen, Cüneyd, salikin nihai hedefine Bâyezid’in erişememiş olduğunu söylemiştir.

“âayezid’in sözlerinin büyük bir kısmını bizlere aktardığı için kendisine çok şey borçlu olduğumuz yeğeni, bir keresinde ona zühdü hakkında soru sorunca şöyle bir yanıt almıştır kendisinden;

‘Zühdün bir kıymeti yoktur. Ben zühtte üç gün bulundum. İlk gün dünyaya, ikinci gün ahrete, üçüncü gün Allah’tan gayri her şeye karşı zahit oldum. O vakit hafiften, ‘Ey Bâyezid! Sen bize takat getiremezsin (dayanamazsın)’ diye ses geldi. Ben, benim muradım işte budur deyince, kulağıma, ‘Buldun! Buldun!’ diye bir nida geldi.’  

Allah öylesine kahredicidir ki, insan O’nun adını düşündüğünde ya da tam bir huşu içinde Allah dediğinde bile hiçleşir. Bayezid bir keresinde ezan okurken bayılmıştı. Kendine geldiğinde, ‘İnsanın ezan okurken ölmemesi ne şaşılacak şey’ demişti. Peki, ama üç kez, otuz bin yıl boyunca uzayın derinliklerinde yolculuk edişine ve sonunda kendisini ilahi tahtta ve Allah’ı gizleyen örtünün gerisinde bulmasına ne demeli? Yine bir keresinde ona: ‘İnsan Allah’a ne zaman kavuşur?’ diye soran birisini, ‘Vah zavallı, O’na kavuşulur mu hiç?’ diye cevaplamıştı. Erenlerden biri (kim olduğu konusunda söylentiler değişiktir) ona bir seccade göndermiş, cevabı şu olmuş: ‘Ben yer ve gök ehlinin ibadetlerini toplayıp bir yastığın içine, onu da başımın altına koydum’  Bazen de, biri onu görmeye geldiğinde, ‘Ben de Bâyezid’i arıyorum’ diye cevap vermiştir. Cümleleri, olağanüstü tasvirler içeren paradokslardan oluşur. Kendinden bir ayna yapana kadar nefsini on iki yıl örste dövmüştür. Şevk’i bir saray gibi görüyordu, bu sarayda ‘hicran (ayrılık) korkusundan’ bir kılıç çekilmişti ve recânın [umut] eline de ‘vuslat’ (birleşme) nergisi verilmişti; ancak yedi bin yıl sonra bile nergis hala o kadar taptazedir ki hiçbir emel eli ulaşamamıştır ona” 10

Yahya b. Muaz er-Razı ise farklı bir kişiliktir ve tasavvufun başlangıcındaki diğer bir önemli eğilimi temsil etmiştir. Yahya, şimdiki Tahran yakınlarında bir yer olan Rey’de doğmuştur, bir süre Belh’de yaşadıktan sonra, 871’de Nişabur’da ölmüştür; Hep recâdan söz etmiştir. Hucviri’ye göre, kaybolduğu sanılan birçok kitap yazmıştır, sözleri ‘tabiatı itibariyle içli, kulağa tesiri bakımından zevkli, aslı itibariyle ince ve ifade itibariyle yararlıdır’ der. Gerçekten de ‘Vaiz Yahya’dan bize ulaşan, ama değişik yerlerde dağınık bir halde duran sözleri ve kısa şiirleri, Horasanlı ve Bağdatlı sufilerin sözlerinden üslup bakımından daha farklı bir tattadır. Her şeyden önce, halkı Allah’a çağıran bir vaizdi. Her ne kadar birtakım sufilerin halkın ortasında vaaz verdikleri söylenirse de ‘Vaiz’ adıyla tanınan tek süfi odur. İlahi aşktan da söz ederdi; ona atfedilen ünlü bir söz şöyledir. ‘Gerçek aşk, maşukun zalimliğiyle azalmadığı gibi O’nun lütfuyla da artmaz, her zaman aynı kalır’

Bu düşünce İranlı şairler tarafından pek çok kez ele alınmış ve son sınırına kadar kullanılmıştır. Şöyle demiştir Yahya: “Hardal tohumu kadar sevgiyi ve o sevgiyle yapılan ibadeti, sevgisiz yetmiş yıllık ibadete tercih ederim”  Onun için din demek, reca demektir; Allah’ın ihsanının sonsuzluğuna; O’nun, kalbin münacatına kulak verdiğine dair umudu yitirmemektir.

“Rey’li vaiz bir keresinde, ziyafet için ziyafete gelen kişiyle, dostunu görmek umuduyla gelen arasındaki ayrımından söz etmiştir; keyif ve mutluluk uğruna cennete özlem duyan zahit ile ezeli ve ebedi maşukun mutlu kılan rüyetine erişmeyi umut eden aşık arasında da böyle bir ayrılık vardır. Şu sözler Yahya’nın ağzından düşmezdi: ‘Ölüm güzel şey, dostu dosta kavuşturuyor!’ Yahya’nın dindarlığını en iyi anlatan ifade, münacatlarının bazısındaki, bağışlayıcı Allah’ın merhametine karşı duyduğu neredeyse İncil’deki gibi bir güven düşüncesidir. Diyalektik olarak, zavallı günahkâr ile tükenmez ihsan hazinesiyle zavallı mahlukatını bağışlayabilen Kadir olan Allah arasındaki karşıtlığı gösterir:

İlahi! Musa Kelim ve Harun Aziz’i, zalim ve azgın kâfir Firavunun yanına gönderirken bile, ‘Ona yumuşak ve tatlı bir sözle hitap edin’ diye buyurdun. Mevlâm! Tanrılık davasında bulunan bir kişiye karşı lütfun bu olunca, canu gönülden sana hizmet edip kulluk yapan kimseye lütfun acaba ne olur? İlahi! ‘Ene Rabbukümu’l Alâ’ (Ben sizin en yüce Rabbinizim) diyen bir kimseye bu kadar lütufkar, halim selim bir şekilde davranırsan, ‘Sübhane Rabbiye’l A’lâ’ (Rabbinin o yüce adını tespih et) diyen bir şahsa karşı kim bilir nasıl davranırsın? İlahi! Senden nasıl korkarım ki, sen Kerim’sin! Nasıl korkmam ki, sen Aziz’sin! İlahi! Sana hangi yüzle dua ederim ki, ben günahkâr bir kulum. Nasıl dua etmem ki, sen Kerem sahibi bir Allah’sın! Nasıl ferahlanırım ki, sana asi oldum. Nasıl ferahlanmam ki, seni tanımış bulunuyorum.’

Yahya, Allah’ın, tüm günahları kapsayacak genişlikteki merhametine güvendi; çünkü insan ne kadar mükemmel olursa olsun, günah işlemesi insani doğası gereğiydi: ‘İlahi! Ne hoş bir Rabb’sin ki kul günah işliyor. Sen kerem hayasıyla haya ediyorsun’

Yahya, şefkati sonsuz Allah’ın, kendisini, uygun gördüğü yere ulaştıracağına inanıyordu: ‘İlahi! Cennete gitmek için sevabım yok. Cehenneme de takat getiremem. Şimdi iş lütfuna kaldı.’ der.

 Reyli vaiz, ilahi aşkın sırrı karşısında şaşkın ve ezik bir haldedir; sonsuzca zengin olan ve hiçbir şeye gereksinimi olmayan Allah’ın insanları sevmesi, en büyük ihsan mucizesi değildir de nedir. Böyleyken, nasıl olur da bu denli Allah’a gereksinmesi olan insan O’nu sevmez. Şu dua ile tüm duygularını özetliyor Yahya: ‘Rabbim’ Bana lütufta bulun, zira ben de seninim!’11

İlk dönem sufileri içinde öne çıkan isimler bunlardır. Bu kişiliklerden sonra tasavvuf İslam coğrafyasının her yerini sarmaya başlayacak ve çok güçlü kişilikler ortaya çıkacaktır. Onların bazılarının etkileri halen sürmekte olup gelecek kuşaklar içerisinde de sürmeye devam edecektir. Peki ama bu inanç biçiminin ne kadarı İslam’ın içinden ne kadarı kadim düşünce ve inançlardan gelmiştir. Bir daha ki yazımızda onu ele almaya çalışacağız, doğrusunu ancak Allah bilir.

  1. Muhyiddin-i İbni Arabi, Füsusul Hikem, s.3
  2. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s.44
  3. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s.45-46
  4. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s.49
  5. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s.53
  6. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s.54
  7. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s.55
  8. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s.57
  9. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s.60-61
  10. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s.65-66
  11. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s.70

 

 

 

Podcast also available on PocketCasts, SoundCloud, Spotify, Google Podcasts, Apple Podcasts, and RSS.

Yorum bırakın

  • AY YIKANIYOR SULARDA

    Ürkütmeden salkım söğütleri, Bir çocuk bisiklet sürüyor patikada. Yuvasına su taşıyan bir kırlangıcın Laciverdi kanatları değiyor Kumral saçlarına Az sonra Gökova’nın Kızılçam tepelerinden Kızarmış bir tandır ekmeği gibi, Ay süzülüyor. Şavkı yıkanıyor Azmak’ın suyunda Ve Bir garip şair; Usulca sokuluyor sazlıklara; Bir avuç buz gibi suyu çarpıyor Yüzüne -arka cebinde eski bir şiir defteri- Hayıt…

  • Sosyalist yükseliş dağınık ama yine de oligarşiye bir darbe

    CİHAN TUĞAL Bir yanda cinsel tacizciler, diktatörler, hırsızlar, milyarderler… Diğer yanda ezilen kesimlerin geniş bir cephesi. Çoğunluk, tercihini ikincisinden yana yaptı. Trump ve Amerikan sağı, Mamdani’yi New York belediye başkanlığına seçtirtmemek için Demokratik Partinin en kirli zenginleriyle birlikte aylardır uğraşıyorlar. İnanılmaz paralar döküldü. Çirkin iftira kampanyaları düzenlendi. Demokratların eski belediye başkanlarından Bloomberg, kesenin ağzını sonuna…

  • SEVGİLİM BEN ŞİMDİ

    Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz ‘’ Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz ‘’ Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere O gülün yüzü gülmüyor sensiz O köklensin diye pencerede suya koyduğum devatabanı Hepten hüzünlü bu günlerde…