İlkyazımız da tasavvufa bir giriş yaparak tarihi olarak ne zaman ortaya çıktığı ve ilk mutasavvıflar ve onların özellikleri üzerinde durmuştuk. Bu yazıda tasavvufun kökleri üzerinde durmak istiyorum.

TASAVVUFUN KÖKENLERİ

Muhammed Âbid el-Câbiri, Arap İslam Kültürünün Akıl Yapısı isimli eserinde, Arap İslam kültürünün üç ana damarından söz eder. Bunların birincisi, Beyân ilmidir. İçinde Nahiv, Fıkıh ve Kelâm ilmini barındırır. İkincisi Burhân ilmidir ki, ana konusu felsefe ve akıldır. Felsefe, İslam tarihinde kısa bir süre var olmuş ve adeta İslam coğrafyasında büyük bir değişim yaratmıştır. Yazılı birçok eser yakılmış, günümüze gelebilen eserler, batı tarihinde birçok değişimi tetiklemiş, maalesef İslam dünyasında aynı etkiyi gösterememiştir. Son olarak da içinde tasavvufun da bulunduğu, İsmaili’lik ve on iki İmam Şia’sının da olduğu İrfân akımı vardır. Tasavvuf fıkıhla beraber bütün İslam tarihi boyunca etkili olmuştur. Şia ve İsmaili öğreti ile ilgili daha önce bir şeyler yazmıştım. İsmaili öğretiyle ilgili yazılarım olacak. Bu serimizde ise daha çok Sünni İslam dünyasında etkili olan tasavvufun üzerinde duracağım.

Öncelikle İrfân nedir onu irdeleyelim. İrfan Arapça da ‘arefe’nin mastarıdır ve marifet kelimesi ile eş anlamlıdır. Kalbe keşif veya ilham ile giren ve rasyonel bilgiden yani burhândan üstün bir bilgi türü demektir. Sufi’ler en başından beri bu şekilde bilgi sahibi olmanın öğrenme yoluyla bilgi sahibi olmaktan üstün olduğunu iddia etmişlerdir.

“Zünnun el-Mısri’nin marifeti üçe ayırdığını görüyoruz. Birincisi ihlaslı bütün müminlerin sahip olduğu tevhit bilgisidir. İkincisi delil ve beyan bilgisidir. Bu bilgi ihlaslı hâkimlere, ediplere ve âlimlere aittir. Üçüncüsü de vahdaniyet sıfatlarının bilgisidir. Bu da Allah’ın ihlaslı dostlarının bilgisidir. Bunlar Allah’ı kalpleriyle müşahede ederler. Ta ki Allah kendilerinden başka hiçbir varlığın mazhar olmadığı hakikati onlara izhar eder.” 1

İrfân batıda gnose olarak bilinir. Yunanca da ‘Gnosis’tir ve bu da marifet yani bilgi demektir. Sezgi veya tefekkür yoluyla elde edilen bilgi demektir. Yani İslam’da kullanılan irfan ile batı dillerinde kullanılan gnose sözcüğü aynı anlama gelmektedir. Yakın zamana kadar gnostisizm deyince batıda akla gelen bir takım sapık inanış biçimleri iken artık bunun daha aşkın bir şey olduğu keşfedilmiştir. Aslında yapılan bütün araştırmalar gnostik akımların Hristiyanlıktan önce de var olduklarını göstermektedir. MÖ 1. Ve 2. Yüzyıllara kadar ulaştığı görülmüştür. Her şeyin kökeninde de Hermes ve hermetik düşünce ve öğreti biçimi vardır.

HERMETİK DÜŞÜNCE VE SONUÇLARI

Hermes antik yunanda Zeus ve Maia’nın oğlu olarak bilinir. Tanrıların hem en hızlısı hem de en kurnazıdır. Süryanice âlim anlamına gelen Hermes’in değişik kültürlerde değişik adları ve karşılıkları vardır. Örneğin, eski Mısır dinindeki Thoth, Musevilikteki Uhnuh, Budizm’deki Buda, Zerdüştîlik’teki Hôşeng ve İslâm’daki İdrîs, Hermes’le aynı kişi olarak kabul edilmişlerdir. Taberi ve Fahreddin er-Râzi’ye göre İbranilerin Uhnuh’u ile Kuran-ı Kerîm’deki İdris aynı kişidir. Biruni ise İdris’in Buda olabileceğini düşünmektedir. Bazıları da birkaç Hermes’ten söz edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Köken olarak bu kadar farklı kültürlere etki etmiş olan Hermes, irfâni düşünce biçiminin de kurucusu olarak kabul edilir. Bu aynı zamanda Pythagoras’ın öğretisiyle de çakışır. Peki nedir Hermetizim ne anlatır?

(Fiziksel âlem metafizik alemin aynasıdır; ezeli ve ebedi olan Tanrı, düşüncelerle anlaşılmaz; Ruh ilahi bir ışıktır; ruhlar yeryüzüne sınavlarla gelişim için gelirler, almaları gereken dersleri alana kadar tekrar tekrar doğarlar. Kişiyi ölüm sonrasında vicdanı yargılar, kişinin yeryüzünde yaşarken yaptıkları unutulmaz. Bu ruhlar bir zaman sonra büyük ışığa doğru çekilirler, onlara yol gösterilir. Eski insanların kökeni dünya dışıdır. Evrende kozmik yasalar işlemektedir.) Yukarıda hermetizmin birkaç esasından bahsetmeye çalıştım. Görüldüğü gibi tasavvufi düşünce içinde bu düşünce tarzının epey izleri vardır. Bunun yanında hem Budizmin hem de Maniheizmin ve Zerdüştlüğün izlerini de tasavvufi öğreti içinde bulabiliriz.

“Aslında akılcı düşünce metodu ile irfan ve keşif metodu arasındaki ayrım, İslam’dan yüzyıllar önce biliniyordu. Bu ayrımı yapanlardan birisi, bazı kaynakların zikrettiği gibi Chalcis/Ancer isimli bir şehirde miladi 2. İla 3. Yüzyıllarda yaşamış Emlih (Jamblichous) isimli bir düşünürdür. Jamblichous Aristoteles’in metoduyla Hermes’in metodu arasında açık bir ayrıma giden meşrıki filozofların en büyüklerinden biridir. Bu düşünür bir öğrencisine yazdığı mektubunda şöyle demektedir. ‘ Eğer felsefi bir mesele ortaya atarsan biz o konuda sana daha önce Eflatun ve Pythagoras’ın felsefelerini oluşturmak ve değerlendirmek için kullandıkları Hermes’in metoduyla cevap veririz.’ Bilindiği gibi Jamblichous, Hermetik felsefenin şekillendirilmesinde büyük rol oynayan filozoflardan biri olup, Arap mütercim ve müelliflerince de tanınmaktaydı. Aristoteles’in yöntemi ile Hermes’in yöntemi arasındaki bu ayrım, sadece Jamblichous’a değil o dönemin tamamına ait bir fenomen idi. Hatta genel olarak, İrfanın Hellenistik çağın üç döneminde de hâkim bir bilgi sistemi olduğu söylenebilir. Bu üç dönem MÖ 4. Yüzyılın sonlarında saf Yunan devrinin bitişinden, MS 7. Yüzyılın ortalarında İslam’ın zuhuru ve fetihlerin yaygınlaşması arasındaki süreyi kapsamaktadır. Bu dönem Yunan akılcılığına karşı geniş bir tepkiye şahit olmuş ve bunun sonucunda da ‘kayıtsız akıl’ ( el-aklül-müstekil ) etkin hale gelmiştir. İrfân’ı aramak, bütün bir dönemin düşüncesi haline gelmiştir. Böylece bir bilgi sistemi, bilginin elde edilmesinde bir metot, bir âlem görüşü ve âleme karşı bir tavır olarak irfan, İslam’dan önce yakın doğuda ve özellikle Mısır, Suriye, Filistin ve Irak’ta egemen olan kültürlerden Arap İslam kültürüne intikal etmiştir.”2

Görüldüğü gibi irfan evrene karşı bir tavır alış biçimidir. Öyle ki irfan teorik ve pratik olarak bir varoluşsal tavır almaktır. Bugünü, yarını, yaşamı, ölümü ve ölümden sonraki yaşamı da içine alan bir evren düşüncesi ve tasavvurudur. Bu tavrı belirleyen ana etken dış dünyayı sorgulamak ve ona karşı genel bir tavır almakla başlar. Dünyayı şikâyetle devam eder. Bu şekilde kişisel öznelcilik başlar ve kişinin kendi ‘Ben’ini yükseltmesine yol açar.

ARİFLİĞE GİDEN YOL

İrfani bir tavır alış, kişinin kendisini içine atılmış bulduğu gerçekler karşısında duyduğu sıkıntı ve hayal kırıklığından doğar. Bu sırada kişi bu gerçekliği bedeniyle sınırlanmış bir şekilde hisseder. Arifliğe doğru adım atacak bu kişi kendisine sadece acı ve ıstırap veren bir toplumla karşı karşıya bulunmaktadır. Her şey ona kötüymüş gibi gözükür. O bu âlemdeki kötülüğü tek problem haline getirmeye başlar. Durmadan şu soruları sorar. Kötülük niçin vardır ve kaynağı nedir? Kötülük nereden kaynaklanır?

Bundan sonraki adım da kişi bu kötülüğü reddeder; öncelikle rahatsızlığını şikâyet eder. Daha sonra rahatsız olma hali karşı çıkış ile devam eder. Son olarak da onu teşhir etme ve ona isyan etme ile sona erer. Arif bu durumu hem fiziksel hem de manevi olarak reddeder. O yüzden bulunduğu ortama ve dünyaya yabancılık hissi artarak devam eder. Çünkü bu evrende kendini tek başına ve yabancı olarak görür. Yabancı gördüğü âlemden kendini koparmaya ve onu reddetmeye başlar. Şu söz buna çok önemli bir delildir. ‘Ben âlemde iken, ondan değilim.’

Artık arif bu âlemden değildir, ona atılmıştır ve kendi durumunun garip olduğunun da farkındadır. Bu dışlanmışlık hissi sadece sosyolojik bir dışlanmışlık değildir, bu durum fiziksel âlemden de dışlanmışlığı içermektedir. Burada şöyle garip bir durumda mevcuttur, kişi bu âlemden dışlanmıştır ama aynı zamanda bu âleme hapsedilmiş gibidir. O nedenle de arif kendini ‘Yabancı’ diye nitelendirir. Burada ters bir orantı vardır, o da arif bu âlemde yabancılaşırken, irfâni olarak gerçekleştirdiği tefekkürü de o derece artar. Yani âlemle arif arasında bir yandan yabancılaşma ve olumsuz bir ilişki varken, diğer yandan da olumlu bir anlam oluşmaya başlamıştır. Arif bu dünyadan ve bu âlemden hızla bir kopuş yaşarken bir yandan da başka bir âleme doğru ilerlemenin keyfini ve hazzını yaşamaya başlamıştır. Yani irfâni tavır kişinin zatını, özünü ve bu zatın gerçeğini ve asli cevherini arama çabasıdır.

İşte bu arayış sırasında arif kendisine ‘Ben kimim?’ diye sorunca, bu soru üç soruyu içermektedir. Bu sorular; Nereden geldim? Bugün neredeyim? Nereye gidiyorum? (Dün, bugün ve yarın) İşte bu karşılaştığı sorular irfani eğitimin ta kendisidir. Arif bu bilgileri akıl yürüterek elde edemeyeceğini düşünür ve aynı zamanda bunu bu âlemde bir takım aracılarla elde edemeyeceğini tasavvur eder. Neticede arif bütün öğrenmiş olduğu dini bilgileri irfani tavrını en yüksek değerine yani esas hedefine ulaşmak içi kullanmaya başlar. Bu hedef ise asıl vatana ulaşma çabasıdır. Arif bu âlemde var olmadan önce başka bir âlemde olduğunu ve o âlemin bu âlemin dışında olduğunu ve bu âlemin mekân ve zaman dışında olan âlemden geldiğine kendisini inandırır. İşte yolculuğu o gelmiş olduğuna inandığı âleme doğrudur. O âlem ise ebedi âlemdir. Kendisini otomatik olarak bu âlemin dışında kabul eden kişi bu âlemde var olan, meydana gelen kötülüklerden muaf tutmaya, mevcut kötülüklerden sorumlu olmadığını düşünmeye başlar. Çünkü o yeni doğmuş bir çocuk ya da cennetten atılmış Âdem gibidir. Bir hata sonucu bu kötü âleme gelmiştir. O zaman bu yanlışı düzeltip esas vatana dönmek için gerekli çabayı göstermesi gerekmektedir. Çünkü kurtuluşu ancak geriye dönüş ile olacaktır ve bu dönüş onun yeniden doğumu gibidir.

Peki kurtuluş nasıl olacaktır? İlk olarak nefsin bilinmesi gerekmektedir. İnsan nefsini tanımaya başlar ve onu bedenin esaretinden kurtarırsa hakikati görmeye ve anlamaya başlayacaktır. Bu da önce kendi özünü daha sonra da semavi gerçekliği tanımakla devam edecektir. Sonra bu tanıma ve bilme durumu öyle bir hale gelecektir ki âşık ve maşuk birleşecek ve arif asıl vatanına dönmüş olacaktır. Bu kurtuluş yolu bireysel hatta aristokratik bir tutumdur çünkü bu kurtuluşu ancak Tanrı’nın seçilmiş kulları gerçekleştirebilir. İşte bu durumda olanlar kendi gerçekliklerini keşfedip, varlıkların gerçek yani batıni bilgilerini anlayabilirler. Görüldüğü üzere İlim zahirin bilgisi, irfan ise batının bilgisidir. Şimdiye kadar yapmaya çalıştığım şey gnostik bilginin aktarımıdır. Bu tasavvufi bir analiz değildir.

“Gnostik tavrın ana düşüncesi olan ‘ruhun dünyaya düşüşü ve geri dönüşü’ ile ilgili olarak Avrupalı araştırmacılardan biri, şöyle demektedir. ‘Gnostikler nefsin düşüşü ve yükselişi ile ilgili büyük astrolojik mitolojiyi Babil’den almışlardır. Ruh semadan felekler aracılığı ile aşağı doğru iner. Ölümden sonra ise bu ameliye aksi istikamette gerçekleşir. Nefisler her daireden aldıklarını orada bırakarak yükselirler. Kendini kurtuluşa eriştiren insan fikrinin kaynağı ise İran’dır.’

Bu gnostik tavrın özellikle 2. Ve 3. Yüzyıllarda ortaya çıkışının arkasındaki objektif, toplumsal ve tarihsel amillere gelince bunlar, uzman araştırmacılara göre Hristiyanlık, Yeni Eflatunculuk ve gnostisizmlerde bulduğumuz kurtuluş düşüncesinin arkasındaki amillerin aynısıdır. Bu üç düşünce akımı aynı probleme cevap vermeye çalışmışlardır. Bu problem öncelikle vicdani bir ihtiyaçta, yani kurtuluşa olan ihtiyaçta örneğini bulan bir problemdir. Fertte bu ihtiyacı doğuran şey ise yalnızlık ve uzlet hissidir. Önce Helenistik krallıkların ortaya çıkması, ikinci olarak da Orta Akdeniz bölgesini birleştiren Roma fetihlerinin başlamasının ardından Yunan sitesinin gelişmiş bir dünyaya dönüşmesi insanı, kişinin kendisi için bir mana ve kabiliyetleri için bir işlev bulduğu şehirden gittikçe kopardı. Bu dönüşüm Aristoteles’in deyimi ile ‘siyasi hayvanı’, Chryspie’nin deyimiyle ‘toplumsal hayvanı’ meydana getirdi. Bu kişi nerede olursa olsun uzun vadede kendini yalnız hisseden, içe kapanık, dış dünyadan bütünüyle kopuk birisidir. Bu yalnızlık ona biricik değermiş gibi kendi kendisi ile ilgilenmesini öğretir. Böylece o bağlarını koparır. Tarif edilemeyecek bir birlik içinde hayal ettiği aşkın bir Tanrı’ya duyduğu iştiyakın tesirinde ruhunu bu âlemin ötelerine taşır. Artık yaratılış ve inayet ilişkisi dâhil, bu süfli âlemdeki hiçbir bağ onu bağlamaz. Yöneldiği Tanrı kendisi ile yüz yüze konuşabileceği bir Tanrı’dır.

İşte bu gnostik bir tavırdır. Zikredilenler ise bu tavrın MS 2. ve 3. yüzyıllarda ortaya çıkıp yayılmasının arkasındaki tarihsel ve sosyal amillerdir. Bunlar gnostik tavrın bütün yüzyıllarda yayılmasında etkili olan amillerin aynısıdır. Gnostik tavır, bireyselliğini nasıl aşacağını bilmeyen ve şahsi problemini toplumsal ve hatta gerekirse insani bir problem haline getiren ferdin, gerçekliğin kendisi üzerindeki baskısı arttıkça, gerçeklik âleminden ‘kayıtsız akıl’ kaçışını ifade eden bir tavırdır.”3

KÖTÜLÜK PROBLEMİNE VERİLEN CEVAP

En başta da belirttiğimiz gibi esas problem kötülük problemidir. Bu probleme gnostik tavrın iki cevabı vardır. Bunlardan birincisi felsefi bir cevap, ikincisi ise mitolojik bir cevaptır.

Felsefi cevap şu şekilde gelişir. Bu cevapta maddenin ezeli olduğu kabul edilir. Yani madde, ezelden beri var olduğu kabul edilen Tanrı ile birlikte vardır. Peki kötülüğün var olmasının sebebi nedir? O da âlemin varlığının ve içindeki kötülüğün sorumlusu olan Yaratıcı bir Tanrı’nın varlığıdır. Yani

  1. Âlem ile ilişki içinde olmayan ayrı bir Tanrı;
  2. Ezelden beri var olan madde;
  3. Kendisine Tanrı’nın oğlu denen ‘Yaratıcı Tanrı’ (Külli akıl)

Bu durumda ortada iki İlah bulunmaktadır. Birincisi iyiliğin ve güzelliğin Tanrı’sı, ikincisi de Kahhar olan cezalandırıcı bir Tanrı. İşte kişi bu ikinci Tanrı’nın yarattığı şeylerin etkisinden kurtularak, iyilik Tanrı’sının düzeyine yükselmeyi başardığında kurtuluşa erer.

“Bu felsefi yönelimi ortaya atan kişi Apemeeli Numenius’tur. Gerek Plotinos ve İskender gibi Aristoteles şârihlerinin temsil ettiği batı ekolü, gerekse Poseidon, Jamblichous, Proclos, Porphyrius, es-Suri, Farabi, İbni Sina’nın temsil ettiği doğu ekolü olmak üzere genellikle yeni Eflatuncu’lardan kabul edilen düşünürler, bazı görüş ayrılıklarıyla beraber, bu yönelişte Apemeeli Numenius’u takip etmişlerdir. Bunlar İrfan’ın aklileştirilmesi için gayret göstermiş, gnostisizimlerinde rasyonel bir tavır sergileyerek, seçmeci felsefi sistemlerini İbn Sina’da gördüğümüz gibi bir tür ‘âkil tasavvuf’ ile taçlandırmışlardır. “ 4

Mitolojik cevap ise şöyledir. Âlem karanlığın Nur’dan ayrılmasıyla, Nur’un emriyle var olur. Nur âlemin yaratılışını gerçekleştirecek olan ilk oğlunu doğurur. Bu oğul yaratıcı olan Tanrı’dır. Sonra da ikinci oğlu olan semavi insanı doğurur. Semavi insan günah işleyecek ve sonrasında madde ile birleşecektir. Yani madde ile evlenecektir. Daha sonra da diğer maddelerin ortaya çıkışı gerçekleşecektir. Bu yüzden kurtuluşa giden yol nefsin maddeden kurtarılması ile meydana gelebilir. Böylece yaratıklar aslına, âlem de var olmadan önceki haline dönecektir. Artık o her şeyi kaplayan ve kendisinden başka hiçbir şeyin mevcut olmadığı ‘NUR’ dur. Burada İran, Yunan ve Babil mitolojilerinin yanında Tevrat’ın yaratılış hikâyesinden de esinlenilmiştir. Hermetik metinler bu düzenle yazılmışlardır. Hermetik kitapların içindeki en önemli metin Hermes’in, Poimandres ile yaptığı sohbettir.

“ Hermes rüyasının başlangıcında her şeyi kaplayan ve en yükseğe çıkmaya başlayan bir Nur görür. Böylece karanlık aşağıda kalacak ve tabiat veya ilk madde olan rutubete dönüşecektir. Bunu kelâmın nurdan oluşması ve ateş ve havanın meydana gelmesi takip edecektir. Yani ateş ve hava rutubetli tabiattan ortaya çıkarlar. Buna karşılık toprak ve su tabiatta karışık olarak kelâmın etkisiyle hareket edici olarak kalırlar. Bu rüyanın tabirine göre Nur, Akıl; Müteal Baba, Tanrı; Kelime ise onun ilk oğlu Yaratıcı Tanrı’dır. Bundan sonra ikinci aşamada Nur ile ateş birbirinden ayrılır ve ateş sabit bir konuma ulaşarak Nur’dan ayrılmış ve göğün maddesini oluşturmuştur.

Bundan sonra üçüncü aşama başlar. Erkek ve Dişi, Nur ve Hayat olan Baba Tanrı, İkinci aklı, yani ateş ve nefsin Tanrı’sı olan Yaratıcı Tanrı’yı meydana getirir. Yaratıcı Tanrı âlemi mutlak acımasız bir zorunlulukla yönetecek olan yedi feleği meydana getirir. Bu ‘kader’ olarak isimlendirilir. Bundan sonra Kelâm, toprak ve suyu terk ederek göğe yükselir ve kardeşi olan Yaratıcı akılla birleşir. Çünkü cevherleri birdir ve bunlar yedi felek dairesine ilk hareketi vermek için birlikte çalışırlar. Böylece felekler döngüsel hareketlerine başlarlar. Bu arada toprak ve ateşte birbirlerinden ayrılmışlardır. Bu dairevi hareketin etkisiyle su ve kara canlıları meydana gelir.

Dördüncü aşama, ilk aklın kendi suretine göre yarattığı semavi insanın yani Âdem’in ortaya çıkmasıyla başlar. İlk akıl kendi sureti olduğu için bu insanı sever ve ona bütün yaratıklarına egemen olmayı bahşeder. Semavi insan kardeşi ilk akıl gibi bir şey yaratmak ister ve Yüce Tanrı’nın izni ile yaratma küresine girer. Yedi feleğin nefisleri onu görürler ve onunla ilgilenip, güzellikle karşılarlar. O’da onların tabiatlarını kazanır. Daha sonra bu yedi kürenin çevresini kat ederek yeryüzü ve denizlere doğru uzanır. Sureti sulara yansıyıp, gölgesi yeryüzünde belirince tabiat ona âşık olur. O da suretini su üzerinde yansımış olarak görünce onu beğenir ve yeryüzüne yerleşmek ister ve hemen aşağı iner. Tabiat sevgilisini karşılar ve kucaklaşırlar, çiftlerin birleşmesi gibi birleşirler. İşte bu düşüş veya günahtır. Bu düşüşün sonucu olarak insan artık çift tabiatlı olacaktır. Tabiata ait olan bedeniyle fani, semavi insana ait olan asli unsuruyla ölümsüzdür. Böylece aynı anda kaderin hem esiri hem de efendisidir.

Yeryüzüne inen bu semavi insan sevgilisini döller ve yeryüzü anında beşeri varlıkları doğurur. Bunların her biri aynı anda hem erkek hem de dişidir. Sayıları ve özellikleriyle de semadaki yedi yıldızın benzerleridirler. Bunlar bedenleriyle kendilerinden oluştukları dört unsura, nefisleriyle semavi insana bağlıdırlar. Semavi insan bu varlıklarda akıl ve nefis olarak iki parçaya bölünmüştür. Daha önce bunlar hayat nur idiler ve bunlar ona Babasından ulaşmıştı. Bu devirden sonra bütün beşeri ve hayvani varlıklar erkek ve dişi olarak ayrılırlar. Böylece ilahi inayetin fiili ve bütün semavi kürelerin aracılığıyla üremeye başlarlar. Her biri kendi türüne göre ürer ve çoğalırlar. Bu bölüm başlangıç bölümüdür.

İkinci kısım ise son ile ilgili bölümdür. Kökenini ( Allah’ın oğlu olan semavi bir insandan geldiği için ) ölümsüz bir varlık olduğunu bilen insanın, iyiliğe bağlanması ve onu elde edeceğini vurgulaması ile başlar. Bu insanın sonu, bütünüyle hayat ve Nur olan hayır ve güzellik âleminde ölümsüzlüğe kavuşmaktır. Aşk ve tutku günahından, yani ‘sevgi suçundan’ kendisine bulaşan bedenine bağlı kalan insanın sonu ise karanlık bir ölümdür. Bu insan bedenine köle olarak yaşadığı için kendisine verilen her türlü cezaya müstahaktır. Beden ise aslı ilk karanlık olan tabiata racidir.  Böylece kurtuluş yolu, nefsi bilmek ile başlamaktadır. Bu da yegâne kurtarıcı olan irfânın ta kendisidir.”5

Yukarıda geniş bir şekilde tasavvufun köklerini aldığı Hermetik felsefeden bahsettim. Dolayısı ile İslami tasavvuf bir yönüyle mevcut olan bir inanç biçiminin devamı olmuştur.

MUTASAVVIFLARIN YOLU

Her dini gelenekte gizemciler bu yolu bir şekilde kullanmışlardır. Peki Mutasavvıflar nasıl bir yol izlemişlerdir. Öncelikle yol yani tarikat şeriattan ortaya çıkan bir yol olduğu için mutasavvıflar için şeriatın bağlayıcı emirleri yerine getirilmediği sürece hiçbir deneyimin yapılamayacağına inanılır.

Bu yoldaki ilk makam ya da başlangıç noktası Tövbe makamıdır. Talib’in yaşadığı herhangi bir olay tövbe etmesine yol açabilir. Yaşanan her hangi bir olay; aniden dinsel bir anlam içeren dindışı duyulan bir söz; üzerinde, duruma uyan bir cümlenin yazılı olduğu bir kâğıt parçası; Kuran kıraatı; bir rüya ya da bir veli gibi bir insanla karşılaşma, ruhta tövbe uyandırabilir. Kimi mutasavvıflara göre tövbenin sebebinin hatırlanması, bir daha günaha girmemek için daha iyi olarak kabul edilirken bazıları ise hatırlamamanın daha iyi olacağı görüşündedirler. Bu arada tövbenin bozulabileceği göz önüne alınarak tövbe kapısının ardına kadar açık olduğunu sık sık hatırlatırlar.

Tövbe ederek tarikata dahil olan talibin, tarikatın ilk mertebelerinde, verâ ve zühd’ü artırması gerekir. Züht, kavramların yine geleneksel üçlü ayrımına göre, mübah olan her şeyi terk etmek, dünyayı terk ve sonunda kalbi Allah’tan ayıran her şeyi, hatta züht düşüncesini bile terk etmektir. Bu doğal olarak, cennete gitme umudunu veya cehennem korkusunu da terk etmeyi içerir. Tarikatın tövbe ve züht ile girilen sonraki aşaması nefse, aşağı benliğe, temel içgüdülere karşı sürekli bir mücadeleyi içerir. Çünkü nefis, günahların kaynağıdır ve sufiler nefis ile mücadeleye “en büyük cihat” demişlerdir. Mutasavvıfın başlıca görevi, nefsin hevâ ve heveslerine karşı koymaktır. Nefsini kötü sıfatlardan arındırıp yerlerine karşıtlarını, övgüye değer nitelikleri koymak her arifin sorumluluğudur. Sürekli ibadet veya namaz bile nefis için bir zevk kaynağı olabilirdi. Bu nedenle mutasavvıf her türlü alışkanlıktan kurtulmak zorundadır, aksi halde nefsi daha ince bir yöntemle onu alt edecektir. Nefsin terbiyesi için en önemli ibadetler oruç ve uykusuzluktur. Arif hiçbir şekilde boş bırakılmamalıdır. Oyalamak için dahi olsa devamlı iş yüklenmelidir. Oruç tutmak ve uykusuzluk giderek ağırlaşarak devam eder. Bu nefsin bu dünyadan ayrılarak terbiye edilmesini sağlar. Çok uzun süreler aç kalınırdı ve uyku uyunmazdı.

“Şah Kirmani kırk yıl uyumamış, fakat sonunda uykuya yenik düşmüş ve Allah’ı görmüştü. Bunun üzerine Şah Kirmani şöyle bağırdı: ‘Ya ilahi ben seni geceyi uykusuz geçirerek aradım, ama rüyada gördüm seni.’ Allah şöyle cevap vermişti: “Ey Şah’ işte o uykusuz geçirdiğin geceler sayesinde aradığını elde ettin. Şayet orada uyusaydın, burada göremezdin.”6

En önemli makamlardan biri de tevekkül, Allah’a tam güvendir ve kendini O’na teslim etmektir. Tevekkül, gerçek anlamında, tevhidi gerçekleştirmek demektir. Yalnız tevekkül meselesi çetrefilli bir meseledir. Bu konu abartıldığı anda tasavvuf ehli tam bir edilgenlik içine sokulabilir.

“Dicle’ye düşen derviş gibi tuhaf figürler ortaya çıkabilir; dervişe ‘Kurtulmak istiyor musun?’ diye sormuşlar ‘Hayır’ demiş; ‘Ölmek mi istiyorsun?’ demişler, yine ‘Hayır’ demiş; ne diye istekli olsundu ki, Allah onu yarattığında boğulup boğulmayacağına karar vermişti zaten.”7

Halbuki Hz. Peygamber, Bedeviye “Önce deveni bağla, sonra tevekkül et” demişti. Mutasavvıflar zahiri fakirliği tasavvuf yolunun başlangıcında gerekli bir makam saymışlar, mümkün olduğu kadar uzun süre, çoğu kere de hayatları boyunca bunu korumaya çalışmışlardır. Gerçek fakirliğin görünümlerinden biri de, mutasavvıfın hiç kimseden bir şey istememesidir. Bu yoldaki başka bir makam da, sık sık tanımlanmış olan sabırdır. Eyüp ile Yakup’un tutumlarında olduğu gibi Kuran’da ‘Allah sabredenlerle beraberdir’ denir. Sabır manevi yol üzerindeki önemli bir kilometre taşıdır, ama şükür makamına ulaşmış bir kişi ilahi lütufla takdis edilmiştir zaten. Kuşkusuz şükür, sabırdan üstündür.

“Iraklı bir süfi, Horasanlı bir şeyhi ziyaret etmiş ve ona ülkesinde kimlere gerçek sufi dendiğini sormuş. ‘Allah rızklarını verdiği zaman şükredenlere, vermediğinde de sabredip gönüllerinden bu arzuyu çıkartanlara’ diye yanıtlamış şeyh. Iraklı sufi şöyle demiş: “Bu kadar sufiliği bizim Irak’taki köpekler de yapıyor, kemik buldular mı yerler, bulamadıklarında da sabredip kemikten umutlarını keserler.” Bunun üzerine şeyh, Iraklı sufiye gerçek sufiliği nasıl tanımladığını sormuş, o da şöyle demiş: “Bir şeyimiz olduğunda, başkalarını kendimize tercih ederiz {yani elimizdekini bağışlarız}, bir şeyimiz yoksa, kendimizi şükretmekle oyalar, bağışlanmak için dua ederiz”8

Hâvf (korku) ve recâ’nın (umut) makam mı, yoksa hal mi olduğu konusunda mutasavvıflar farklı düşüncelere sahiptirler ama sonuç olarak onlarda bu yolun makamlarındandır.

Manevi yol üzerindeki son makam ve halleri ve yolun hedefini ele almadan önce, bazı sufilerin sözlerinin daha iyi anlaşılmasını sağlayan bir tanımdan söz etmek gerekir. Bu, sufiye bahşedilen belirli bir tasavvufi halin yaşandığı ana, şimdiki zamana işaret eden, kelime anlamıyla ‘zaman’ demek olan vakit’tir.

 Biraz uzun olarak yazmak mecburiyetinde kaldığım bu yazımda teorik olarak tasavvufun kökleri ve bir salikin seyri süluk yolunda kat edeceği makamlar konusunu yazmaya çalıştım. Bir daha ki yazımda tasavvuf tarihinin önemli şahsiyetlerini ve onların yollarını yazmaya çalışacağım, doğrusunu ancak Allah bilir.

  1. Muhammed Âbid Câbiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.329
  2. Muhammed Âbid Câbiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.330-331
  3. Muhammed Âbid Câbiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.338
  4. Muhammed Âbid Câbiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.339
  5. Muhammed Âbid Câbiri, Arap İslam Aklının Oluşumu, s.341-342
  6. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik boyutları, s.131
  7. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik boyutları, s.135
  8. Anne Marie Schimmel, İslamın Mistik boyutları, s.141

Podcast also available on PocketCasts, SoundCloud, Spotify, Google Podcasts, Apple Podcasts, and RSS.

Yorum bırakın

  • AY YIKANIYOR SULARDA

    Ürkütmeden salkım söğütleri, Bir çocuk bisiklet sürüyor patikada. Yuvasına su taşıyan bir kırlangıcın Laciverdi kanatları değiyor Kumral saçlarına Az sonra Gökova’nın Kızılçam tepelerinden Kızarmış bir tandır ekmeği gibi, Ay süzülüyor. Şavkı yıkanıyor Azmak’ın suyunda Ve Bir garip şair; Usulca sokuluyor sazlıklara; Bir avuç buz gibi suyu çarpıyor Yüzüne -arka cebinde eski bir şiir defteri- Hayıt…

  • Sosyalist yükseliş dağınık ama yine de oligarşiye bir darbe

    CİHAN TUĞAL Bir yanda cinsel tacizciler, diktatörler, hırsızlar, milyarderler… Diğer yanda ezilen kesimlerin geniş bir cephesi. Çoğunluk, tercihini ikincisinden yana yaptı. Trump ve Amerikan sağı, Mamdani’yi New York belediye başkanlığına seçtirtmemek için Demokratik Partinin en kirli zenginleriyle birlikte aylardır uğraşıyorlar. İnanılmaz paralar döküldü. Çirkin iftira kampanyaları düzenlendi. Demokratların eski belediye başkanlarından Bloomberg, kesenin ağzını sonuna…

  • SEVGİLİM BEN ŞİMDİ

    Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz ‘’ Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz ‘’ Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere O gülün yüzü gülmüyor sensiz O köklensin diye pencerede suya koyduğum devatabanı Hepten hüzünlü bu günlerde…