1946 yılından 1970’li yılların ortasına kadar bütün dünyada, bir yandan ulusal kurtuluş savaşları sürerken diğer yandan Sosyalist rejimler kurulmaya devam ediyordu. 1959 yılında Küba devrimi sonrasında ABD’nin hemen ensesinde olan Latin Amerika ülkelerinde de devrim şarkıları söylenmeye başlamıştı. Bu da ABD’yi olağanüstü rahatsız ediyordu. Avrupa’da kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu, giderek bir Avrupa Ekonomik işbirliğine doğru dönüşüyordu. Savaşsız geçen yıllar Avrupa’da demokrasinin yükselmesine yol açıyor. Doğal olarak da bu ülkeler çok zenginleşiyorlardı. Bu arada işçi hakları, insan hakları bağlamında çok yükseliyor. İşçiler giderek daha konforlu şartlar altında yaşıyorlar. Sendikalar bu doğrultuda çok etkin bir şekilde çalışıyorlardı. Yani dünyada rüzgârlar, emek, özgürlük, paylaşım ve eşitlik yönünde esiyordu.

“Savaş sonrası paylaşılan refahın iki temeli vardı.

  1. Otomasyon artarken vasıflı vasıfsız tüm işçiler için yeni fırsatlar yaratılmıştı.
  2. Dengeli rant paylaşımı (yani üretkenlik ve kâr kazanımlarının sermaye ve emek arasındaki dengeli paylaşımı) ücretlerin yüksek kalmasını sağlamıştı.

1970’ten sonra her iki temelde çöktü.”2, s.242

1970 Eylül’ünde New York Times gazetesinin Pazar ekinde Milton Friedman bir yazı yayınlıyordu. Yazının başlığı “Friedman Doktrini” idi. Bu yazıda “Friedman iş dünyasının ‘sosyal sorumluluk’ anlayışının yanlış olduğunu savundu. Şirketlerin tek yapması gereken şey, kar etmek ve hissedarlarına yüksek getiri sağlamak olmalıydı. Kendi ifadesiyle ‘Şirketin sosyal sorumluluğu, kârını arttırmaktır’” diyordu. 3, s.254

Milton Friedman’ın talebeleri bu uygulamaları ilk kez Pinochet’nin darbe yaptığı Şili’de uygulamaya başlıyordu. İşte bu Neoliberal Politikalar bizde ise 24 Ocak kararlarıyla beraber uygulanmak istenecekti ama uygulanabilmesi için 12 Eylül darbesinin yapılması gerekiyordu.

“Friedman doktrininin etkisi inanılmaz büyük oldu. Friedman bir çırpıda yeni bir vizyonu kristalize etmişti. Bu vizyona göre para kazanan büyük işletmeler, Ralph Nader ve fikirdaşlarının söylediği gibi kötü değil kahramandılar. Bu vizyon patronlara da net bir görev veriyordu: Kârları artırın.” 4. S.254

1972 yılından sonra dijital alandaki devrimle birlikte Neoliberal politikalar hayatı şirketler lehine emekçiler aleyhine çevirmeye başlamıştı. Bunun etkileri ilerleyen yıllarda çok daha büyük olacaktı.

70’li yılların sonunda iki büyük olay olmuştu. 1979 yılında, İran’da bir İslam Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali, bu iki olayın sonucunda birincisi Ortadoğu’da her şey yeniden tanımlanmaya başlayacaktı. İkincisi ise zaten giderek güç kaybeden Sovyetler Birliği bu intihar hamlesiyle sonun başlangıcını yaşıyor olacaktı.

Her ne kadar piyasalarda oluşan şeyin adı Neoliberalizm olsa da bu bir hiper kapitalizm kurma olayıydı. Emekçiler otomasyon nedeniyle üretim sektöründen giderek tasfiye ediliyorlardı. Devletler kendi uhdelerinde olan üretici kuruluşları özelleştiriyorlar, neredeyse yok pahasına özel sektöre peşkeş çekiyorlardı. Sendikal haklar askıya alınıyor, ücretler düşürülüyor. Demokratik haklar kısıtlanıyordu. Daha önce sadece inşaat şirketlerinde var olan taşeronluk sistemi bütün ekonomide uygulanmaya başlıyordu. Böylece şirketlerin kârları maksimize edilirken, emek üzerinde oluşan baskılar nedeniyle ücretler düşürülüyordu.

80’lerin sonuna doğru gelinirken Sovyetler Birliği Komünist Parti Sekreteri Mihail Gorbaçov, Glastnost ve Perestroyka politikalarını açıklıyordu.

Glastnost kelime anlamı olarak açıklık, Perestroyka ise yine kelime anlamı olarak yeniden yapılandırma demekti. Gorbaçov, bu hamle ile hem toplumu kendi arkasına alarak Yuri Andropov’dan sonra başa geçmesini engelleyen ve Konstantin Çernenko’yu genel sekreterliğe getiren ortodoks komünist partisi üyelerinden kurtulabilmek, hem de gerçekten tıkanmış ve üçüncü endüstri devrimini nasıl karşılayacağını bilemeyen sosyalist bloğa bir çıkış yolu bulabilmek istiyordu.

Glasnost’tan sonra başlatılan ve koşut olarak yürütülmesi gereken Perestroyka politikası başarısız olmuştu, çünkü siyasi ve sosyal özgürlükler ekonomide üretim ile karşılık bulamayınca, Sovyetler Birliği önce bir darbe girişimi yaşamış, daha sonra da Sovyet Cumhuriyetleri birer ulus devlete dönüşerek dağılmışlardır. Bu aynı zamanda Sosyalist bloğun dağılmasına da yol açıyordu. Yazının önceki satırlarında Rosa Lüxemburg’dan yaptığım alıntıya dönecek olursak, söylediği gerçekleşmiş ve bu devlet de artık bu yüke dayanamayarak orta yerinden çatlamıştır.

1899’da Polonyalı bir devrimci olan Waclaw Makayevski’nin yayınladığı “Sosyal Demokrasinin Gelişimi” isimli kitabında belirttiği ve o dönem aslında devrimciler arasında ürkeklik ve korku ile karşılanan sözlerinde “Sosyalizmin yeni Mesih inancının tedirgin entelektüellerin bir ideolojisini maskelediği ve yeni sosyalist toplumun yalnızca bir yönetici sınıfın yerine bir diğerinin geçmesinden başka bir şey olmayacağı, bu nedenle işçilerin bu defa yeni bir profesyonel liderler sınıfı tarafından halen sömürülmeye devam edeceği tezini ortaya atıyor.” Ne yazık ki O’nun bu öngörüsü gerçekleşince büyük bir umutta heba oluyordu.

1990’da Berlin Duvarı yıkılıyor. 1991’de Bağımsız Devletler Topluluğu kuruluyor, Sovyetler Birliği parçalanarak 14 devlet oluşuyordu. Bunlardan Estonya, Letonya, Litvanya ve Ukrayna BDT’ye katılmıyordu.

Çift kutuplu dünya artık tek kutuplu bir hal alıyor, ABD, Nato ve AB dünyanın hegemonik güçleri oluyorlar. Neoliberalizm yeni ekonomik düzenin başat sistemi haline geliyor ve Francis Fukuyama Tarihin Sonu kitabını yazıyordu. Ekonomide Liberalizm ( daha doğrusu Neoliberalizm,) siyasette ise Demokrasi kazanmıştı. Fukuyama şöyle yazıyordu.

“Bu kitabın temel fikirlerini 1989 yazında The National Interest dergisinde “Tarihin Sonu mu?” başlıklı bir makalede yayınlamıştım. Makalede son yıllarda hükümet sistemi olarak liberal demokrasinin meşruluğu üzerine dünya çapında dikkate değer bir mutabakatın oluşmuş olduğunu ve aynı zamanda monarşi, faşizm ve son zamanlarda da komünizm gibi rakip egemenlik biçimlerinin liberal demokrasiye yenik düştüğünün ortaya çıktığını göstermiştim. Bu tezde durup kalmamış, fikir yürütmeye devanı ederek liberal demokrasinin muhtemelen “insanlığın ideolojik evriminin son noktasını” ve “nihai insani hükümet biçimini” temsil ettiğini öne sürmüştüm. Buna göre liberal demokrasi “tarihin sonu”ydu. Önceki hükümet biçimleri, sonunda kendi çöküşlerine yol açan büyük eksikliklere ve akıldışı özelliklere sahipken, liberal demokrasi çarpıcı bir şekilde bu tür temel iç çelişkilerden uzaktır.”

Diğer yandan Huntington Medeniyetler Çatışması adlı bir makale yazarak artık dünyada medeniyetler çatışmasının giderek artacağını amiyane tabirle demokrasi ve liberal hayat biçimi yaşamayan ülkelerin savaşlarla yok olacaklarını ileri sürmüştür.

90’ların sonunda bu iyimser hava eserken düşünemedikleri şey Komünist sistemin çöküşü kendi iç dinamiklerinin kırılganlığı yüzünden olmuştu. Onların zannettiği gibi ideoloji çökmemişti, yerli yerinde duruyordu. Ya da batı ilanihaye bir zafer kazanmamıştı. Nitekim tek kutuplu dünyada artık, özgürlük, insan hakları, demokrasi gibi sözlerin zaman içinde içinin boşaldığı görülüyordu. 2000’yılların sonlarına doğru Dünya’da popülist liderler piyasayı doldurmuştu. Amaca giderken her türlü engeli herhangi bir demokratik değer dinlemeden gerçekleştirmek istemeleri dünyayı tam bir kaos içine atıyordu. O nedenle iki körfez savaşı, bölgesel çatışmalar sürüyordu. En son Arap baharı ve sonrasında artık her şey çifte standarda tabi oluyordu. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sırasında demokrasi nutukları atanlar, İsrail’in Gazze şeridinde uygulanan soykırıma destek veriyordu.

2008 küresel ekonomik kriz, arkasından Pandemi süreci ile birlikte artık siyaset sokaktan çekilmeye başlıyordu. Bütün her hareketi kontrol edilen, gözlenen ve asla protestoya izin verilmeyen süreçlerden geçiyoruz.

1985 yılında Microsoft Windows’un hayatımıza girmesinden bu yana geçen kırk yıllık süreçte dijital teknoloji inanılmaz bir seviyeye çıkmıştır. Akıllı araçlar, giyilebilir teknolojiler, robotikler, mobil iletişim cihazları sonrasında şu anda var olan bilgisayar teknolojisine tam anlamıyla başka bir boyut kazandıracak Kuantum bilgisayarları üzerinde çalışılıyor. Yazının başında belirttiğim gibi Yapay zekâ çalışmalarında son derece ileri seviyelere gelmiş bulunmaktayız.

Şirketler ve devletler adeta yekvücut olmuş durumdalar ve bir simbiyosis yaşam gibi, birbirlerinin kaynaklarını kullanarak giderek daha güçlü birer canavara dönüşüyorlar.

SONUÇ

Sanayi devriminden günümüze kadar bir yandan siyasal ve sosyolojik bir okuma yaparken, diğer yandan da bütün bu süreç içinde teknolojinin geçirdiği evreleri ve bizim hayatımıza etkilerini yazmaya çalıştım. Buhar Makinası icadından beri büyük teknolojik yenilenmeler ve değişmeler olmuştur ve görülüyor ki bu gelişmeler bütün hızıyla devam edecektir. Bu gelişmeler insanlığın hayatında büyük değişimler yaratırken en büyük değişimi üretim, tüketim ekseninde yapmıştır. Sanayi devriminin yol açtığı toplumsal değişimler ve patlamalar devrimler sayesinde ütopyanın önünü açarak gelir dağılımını nispeten düzeltmeye çalışmış. Yaratılan zenginlikten daha çok insan nasibini almıştır. Özellikle 2. Dünya savaşı sonrası, özgürleşme ve zenginleşme yolunda mesafeler alan, demokratik değerlerin ön planda olduğu bir zaman dilimi yaşanmasına rağmen Endüstri 3.0 ile birlikte dünya daha büyük ve fazla üretim yapmasına rağmen paylaşımda daha büyük adaletsizlikler oluşmaya başlamıştır. Gelir dağılımı giderek bozulmaktadır. Dünyada yapılan üretimden gelen gelirin çok büyük kısmını bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda şirket ve devletler paylaşmaktadırlar. Emek üretimden çıkarılmış, hizmet sektöründe istihdam edilmeye başlanmıştır. Emeğin en büyük sigortası olan sendikalar işlevsiz hale getirilmiştir. İnsan canı ve insan emeği en ucuz meta haline dönüşmüşlerdir. Proleterya, prekaryalaştırılmıştır. Artık insanlar için iş imkânları giderek daha da daralmaktadır. Yeni iş alanları özellikle nispeten daha niteliksiz insanlar için daralmaktadır. Bölgesel çatışmalar artmış, iç savaşlar teşvik edilir olmuştur. Kısacası insanlık 1970’lerden bu yana büyük teknolojik ve bilimsel değişimler yaşarken bu değişimler onun hayatına daha çok olumsuzluk eklemeye devam etmektedir.

Kısacası Ütopya, Distopya’ya dönüşmeye başlamıştır. Mutlu bir azınlık için izole hayatlar söz konusuyken büyük toplulukların hayatları giderek zorlaşmaktadır. Buna karşılık ne yapabiliriz, bunu da önümüzdeki yazılarda tartışmaya başlayalım.

Podcast also available on PocketCasts, SoundCloud, Spotify, Google Podcasts, Apple Podcasts, and RSS.

Yorum bırakın

  • AY YIKANIYOR SULARDA

    Ürkütmeden salkım söğütleri, Bir çocuk bisiklet sürüyor patikada. Yuvasına su taşıyan bir kırlangıcın Laciverdi kanatları değiyor Kumral saçlarına Az sonra Gökova’nın Kızılçam tepelerinden Kızarmış bir tandır ekmeği gibi, Ay süzülüyor. Şavkı yıkanıyor Azmak’ın suyunda Ve Bir garip şair; Usulca sokuluyor sazlıklara; Bir avuç buz gibi suyu çarpıyor Yüzüne -arka cebinde eski bir şiir defteri- Hayıt…

  • Sosyalist yükseliş dağınık ama yine de oligarşiye bir darbe

    CİHAN TUĞAL Bir yanda cinsel tacizciler, diktatörler, hırsızlar, milyarderler… Diğer yanda ezilen kesimlerin geniş bir cephesi. Çoğunluk, tercihini ikincisinden yana yaptı. Trump ve Amerikan sağı, Mamdani’yi New York belediye başkanlığına seçtirtmemek için Demokratik Partinin en kirli zenginleriyle birlikte aylardır uğraşıyorlar. İnanılmaz paralar döküldü. Çirkin iftira kampanyaları düzenlendi. Demokratların eski belediye başkanlarından Bloomberg, kesenin ağzını sonuna…

  • SEVGİLİM BEN ŞİMDİ

    Sevgilim ben şimdi büyük bir kentte seni düşünmekteyim Elimde uçuk mavi bir kalem cebimde iki paket sigara Hayatımız geçiyor gözlerimin önünden Çıkıp gitmelerimiz, su içmelerimiz, öpüştüklerimiz ‘’ Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz ‘’ Çiçekler, çiçekler, su verdim bu sabah çiçeklere O gülün yüzü gülmüyor sensiz O köklensin diye pencerede suya koyduğum devatabanı Hepten hüzünlü bu günlerde…